28 Kasım 2010 Pazar

Haydarpaşa Tren Garı ve Şehir Hafızası

    Çok üzgünüm. Terk ettiğim İstanbul’da önemli bir tarih, Haydarpaşa Tren Garı yanıyor, yandı. 
    Çok değil, dört ay evvel vazgeçtim İstanbul’dan. “Bu şehrin bende, hayatımda yeri yok artık.” diyerek rotamı İzmir’e çevirmiştim. Bunu yaparken kendimden gayet emindim ve bir bağımlılığı bırakmanın verdiği bir memnuniyet duyuyordum. Hayatımda on bir önemli seneye sahip İstanbul’u kaçarcasına terk etmiştim. Hiçbir şeyini, hiçbir sokağını, hiçbir olanağını aramıyor, istemiyordum artık. Tek istediğim, İstanbul anılarımdan biraz olsun uzaklaşmak, sevdiğim o şehri kötü anılarla değil, güzellikleriyle anmak, bende bıraktığı tüm aksi düşünceleri, bir müddet dinlenerek içimde damıtmaktı.
    Haydarpaşa Garı yandı. Televizyonda görünce, büyük bir baca gibi tüten o görüntülere inanamadım. Belki kıyaslamak doğru olmayabilir ama bende yarattığı his, Amerika’da, 11 Eylül saldırılarında, o İkiz Kulelerin dibinde duran ve onun yanışını, yıkılışını an be an izleyen insanların yaşadığı duygulardı; kısaca şok.


    Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsünden çıkıp, yol boyunca Kadıköy’e yürürken, o köprüden geçerken bakmadan geçilmeyen bir yerdi Haydarpaşa Garı. En son İstanbul’a geldiğimde de şöyle bir bakmış, hayranlık duymuş ve o şehri terk etme duygusu ilk defa bir sızı yaratmıştı içimde: “Artık bu manzarayı çok sık göremeyeceğim.” diye geçirmiştim içimden. Televizyonda o büyük yangını izlerken, birçok düşünce hızlıca geçti aklımdan. Fakat bazıları daha çok sızlattı içimi.

    
    Yanılmıyorsam 2000 yılıydı, hangi ay olduğunu hatırlamıyorum ama sanırım mevsimin geçiş dönemleriydi, sonbahar geliyordu. Bir arkadaşımı karşılamak için Haydarpaşa Gar’ında bekliyordum. Hatırlıyorum, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerler ve Sümer Tabletleri konusunda yazmış olduğu bir kitap okuyordum. Kitap, ince bir kitaptı. Üzerimde sarı-siyah kareli bir gömlek vardı. İçine bir tişört giymiş, gömleğin önünü iliklememiştim. Her ayrıntıyı en ince özelliklerine kadar anımsıyorum.
    Kitabımı okuyordum. Yanımda oturan kadın sigara içiyordu. O zaman kapalı mekânda sigara yasağı yoktu henüz, malumunuz. Ben de bir sigara yaktım. Bir müddet sonra yanımda oturan kadın bana doğru hafif eğildi ve biraz mahcup “Sakıncası yoksa sigaranızdan bir tane rica edebilir miyim?” diye sordu. Sigarası bitmiş. Ona sigaramdan uzatmış ve sigarasını yakmıştım. Böyle bir bağlantıyla sohbetimiz de başladı.
    “Üniversite öğrencisi misiniz?”
    “Evet, hukuk okuyorum.”
    “Maşallah. Benim de bir kızım var. Henüz daha ortaokulda. Onu bekliyorum. Adapazarı’ndan, annemin yanından gelecek.”
    “Ben de bir arkadaşımı bekliyorum.”
    Arada neler konuşuldu pek hatırlamıyorum. Muhtemelen biraz sohbet ettik, sohbet hiç kesilmemişti çünkü. Derken kadın, okuduğum bölümün güzelliğinden ve zorluğundan bahsetti. Benim için sorun yoktu. Okuduğum bölümden ve okuldan haliyle memnundum.
    “Zor değil mi?” demişti.
    “Göze alan için zor yoktur.” demiştim.
    “Kızım, bu sene burslu olarak Darülaceze İlköğretim Okulu’na kabul edildi. O da başarılı bir çocuk. Umarım bu başarısını devam ettirir ve güzel bir meslek sahibi olur. Hukuk okumasını isterdim.” dedi.
    “Hayırlısı olsun. Umarım dilediğiniz şekilde başarıya sahip olur kızınız.” demiştim.
    Konuşmanın sonraki bölümlerinde kadın, kızının okul hayatından ve okuldaki arkadaşlık ilişkilerinden bahsetti. Bu sohbet esnasında benimle sakin sakin konuşan o mantıklı kadın kayboldu ve kızının okul ve arkadaşlık ilişkilerinden bahsederken kabalaşan, enayi olmamak için direnen ve bunu kızına da direten bir kadın peydahlandı karşımda.
    Konuşma devam ederken sigara içmeye devam ediyordum. Kadın üçüncü sigarasını da rica eti ve hırsla anlatmaya başladı:
    “Benim kızı okulda başka bir kızın yanına oturtmuşlar. Öğretmen, onları ödev arkadaşı yapmış. Benim kızım çok akıllıdır. Zaten okula da dereceyle girdi ve burs kazandı; öyle okuyor. Neyse! Öğretmen, bunları ödev arkadaşı yapmış. Yani ödevlerini beraber yapacaklar ve bunu yaparken de birbirlerine yardımcı olacaklarmış. Benim kızımın ödev arkadaşı derslerde iyi değilmiş. Kızım bunu bana söyleyince çok sinirlendim. Benim kızım layıkıyla okuyacak, derslerini çalışacak, hiçbir şey anlamayan bir kız ona engel olacak! Olmaz! Hemen kızıma öğretmenine söyle, o kızın yanından seni kaldırsın, sen başka ödev arkadaşı seç dedim. Ee, yalan mı oğlum! O kız benim kızımın eğitimini engelleyecek. Kızım kendi ödevleri yetmezmiş gibi bir de o kızın ödevlerini yapacak. Olmaz! Benim kızım enayi mi? Kızıma dedim ki, gözünü dört aç. Senin başarına engel olmalarına izin verme. Sen dersini çalış, bildiğini çok paylaşma. En başarılı sen ol. Haksız mıyım oğlum? Kendini kullandırtmasın kimseye!”
    Şaşırmıştım. Haset dolu bu kadını anlayamamış, bir şey de diyememiştim. Bu esnada, kadının beklediği tren gelmişti. Kadın bana iyi günler dileyerek ve sohbet ve sigaralar için teşekkür ederek kalkmış, kızını karşılamaya gitmişti. Kadın gittikten sonra sadece içimden cık cıklayarak kafamı sallamış, konu hakkında çok fazla düşünmek istememiştim. Kitabımı okumaya devam etmiştim.
    Bir müddet sonra ben kitabımı okurken bir kadın sesi duydum. Az önce yanımda oturan kadındı. Kızını karşılamış, elinden tutarak yanımdan geçiyorlardı. Kızına;
    “Bak işte bu abi gibi okuyacaksın!” demişti.
    Şaşırmıştım. Kızı hiçbir şey anlamamıştı muhtemelen. Bana öylesine bakıyordu. Sadece bir ara elimdeki kitaba bakmış ve “Zaten ben de kitap okuyorum anne.” demişti. Denize açılan kapıdan vapura doğru yürümüşlerdi.
   
    Evet, belki de çok da önemli bir anı değildi bu. Ama bilmez misiniz ki kaybolan her çer çöp bir anda hayatınızda nasıl bir öneme sahip olur. İşte o kadın ve kızı hep aklımda kalmıştı ama hayatımdaki yerlerini seçememiştim. O kadın ve kızı, garip bir şekilde kafamın içine sıkışmıştılar ve bir yazının konusu olamıyorlardı. İşte böyle bir anıya bürünmeleri gerekiyormuş, bu anıyla hayatımdalarmış ve bana olayın geçtiği mekânı vurgulayacaklarmış meğerse.

    Daha çok anı var Haydarpaşa Gar’ıyla ilgili, hepimizin. En önemsiz anılar bir anda ne kadar anlamlı oldu, değil mi sizin için? Yüreğiniz bir an olsun sıkıldı, değil mi? Neden? Tek yönlü bir düşünceyle baktığınızda yanan sadece büyük bir binaydı ve can kaybı da yoktu. Peki o zaman siz, ben neden sıkıldık, üzüldük? Çünkü o tarihi bina, hepimizin hafızasındaydı.

    Şehir hafızası denen bir kavram vardır. Bu kavramı ilk defa, mimar olan sevgilimden duymuştum. Taksim’de dolaşıyorduk. Yapıları onun gözünden inceliyorduk. O konuştukça mimarinin ve estetiğin ne kadar önemli bir şey olduğunu kavramıştım. Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılması gündemdeydi o zamanlar. İşte o zaman sevgilim bana;
    “Atatürk Kültür Merkezi yıkılmamalı. Sadece önemli ve güzel bir bina olduğu için değil. Şehir hafızası açısından…” demişti. “Çünkü yapılar, insanların hafızasında yer eder ve hafızalarına kazınır. İnsanlar o yapıya bakmasalar da o yapının orada olması, var olması bilinçaltlarında bir memnuniyet yaratır. Sürekli değişen ya da insanlar için önemli olan yapıların yıkılmasının insanlarda depresyona yol açtığı ortaya çıkmış. Yani, şehir hafızasıyla çok oynamak ya da o hafızayı yıkmak, insanlarda farkında olmadan depresyon yaratır. Çünkü insan, tanıdığı ve bildiği, yani alışmış olduğu yerde kendini güvende hisseder. Bu nedenle Atatürk Kültür Merkezi yıkılmamalıdır.” demişti.
    O zaman anlamıştım. Evden işe gitmek için çıktığımda yürürken hiçbir şekilde çevreme bakmıyordum. Hangi binanın yanından geçmek gerektiğine, hangi yoldan yürümem gerektiğine dikkat etmiyor, tabelalara bakarak yönümü bulma ihtiyacı hissetmiyordum. Çünkü gündelik hayatımın bir parçası olan işe gitme duygusu, benim hafızama kazınmıştı. Yolda hayaller kurarak rahatlıkla yürüyebiliyor ve işime ulaşabiliyordum. İşte bu şehir hafızasıydı. Yaşadığım şehri ezberlemiş ve düşünmeye gerek kalmadan hayatımı rahatlıkla sürdürebiliyordum. Ayrıntısına dikkat etmediğim binalar ve metro istasyonu hafızama kazınmıştı ve ben kendimi güvende hissederek o şehirde dolaşabiliyordum.
    
    İşte! Haydarpaşa Tren Garı’nın yanmasıyla, insanların şehir hafızasında bir boşluk oluştu. Yeni bir şey, bilinmeyen bir şey, kendilerini güvende hissettirmeyecek bir şey… İşte, biz aslında bu sebeple üzgünüz. Şehir hafızamız değişti. Önemli bir kültür mirası, büyük bir tarihi yapı işlevselliğinde sekteye uğradı/uğratıldı. Ve biz mutlu ya da mutsuz bir hayatı yaşarken bize olanaklarını sunan o yapının önemini düşünmeden hayatımıza devam ediyor, kâh karşımıza alarak çay içiyor, kâh bizi bir yerler kavuşturmasını, bizi yolculuğa çıkarmasını istiyorduk. Gündelik hayatta fark etmediğimiz bu bina birden ne kadar önemli oldu, değil mi? Eksikliğini hissedince ne kadar sevilesi oldu, değil mi?
    Şehir hafızasıdır ki, insanların ortak anılarından ve hafızalarından oluşur. Haydarpaşa Tren Garı’yla birlikte hepimizin hafızası yandı. Yüreğimizdeki sıkıntı bundandır. Bu, basit bir yangın değildir.






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...