15 Ağustos 2012 Çarşamba

Renk Koleksiyoncusu: Hayat, Daldan Dala, Daldan Dala...

    Nasıl bir dünya, nasıl insanlar, bu böyle gitmez diye isyağğn edesim geliyor ama bir yandan hem anlıyorum hem de anladığımı anlamak istemiyorum a dostlar! Zaten çelişkim de buradan doğuyor.
    Takık olduğum konu şu: İlişkiler -ister uzun olsun isterse biraz koklaşıp bitsin- aniden başlıyor ve tanışma, ilişkiyi tüketme konusunda hızlı hareket ediyoruz.

    Benimle tanışmak istediğinde "O gece beni çok istediğini" söylemişti.
    Allasen arkadaşlar, evet kimse kezban değil artık ama beğenilme ve arzulanma arzusu var ya; hani şu aptal aptal sırıtmana sebep olan... Hele bir de zaten hayat boktansa ve biri sana kendini değerli hissettirdiyse...
    Biliyordum sonunu elbette; başlangıcındaki abesliği sezdiğim gibi... Fakat o abesliği normalleştirdim ve onunla tanıştım. Biraz sohbet, hayatımız, sen kimsin, ben kimim konuşmalarından sonra, e o kadar kırmızı şarabın da üstüne sevişivermişiz. Vallahi kabahatim yok. Ben sadece konuşup gidecektim. (Sinsi gülen surat ifadesi)
    Neyse efenim. Öhöm!
    Zaman geçiverdi. Beraber yemekler, kahvaltılar, gece yarısı sinemaları vs. derken bir de bakıvermişiz, tribal enfeksiyona tutulmuşuz. Daha doğrusu Allah var, ben tribal enfeksiyona bağladım. Çünkü zaten o gayet sıradan davranıyordu; yatakta da, yanyanayken de... Galiba sıkılıyordu hayattan ya da yalnızdı, bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum zaten. İşte insanoğlu salaaa (afedersiniz, bu yazı öyle imlâ kurallarına dikkat ettiğim bir yazı olmayacak) karşısında mutsuz görünen birini görünce hemen ona gerçekten çoook mutsuuuz duygusunu yapıştırıveriyor.
    Ey salak oğlu salak! Düşünsene bir, belki senden sıkıldı. Belki de onun hayatına bir renk getirmedin. Getirdinse bile belki o bir renk koleksiyoncusu; nereden biliyorsun!
    Hoş, çok da fazla kendimize yüklenmemek lâzım. Sonuçta insanoğlu ve insankızı, değerli hissettirilince sürekli o değerli olma duygusunu daim kılmak isteyen, bunu elde etmek için de envai çeşit kumpasları yapan, tripleri atan bir canlı türü. Biliyorum bunu, kendimden biliyorum. Hıh!
    Neyse!
    Baktım olmuyor, sadece sevişmek de yetmiyor, hazır kadınlar "Benim vücudum, benim kararım" kampanyası başlatmışken ben de o kampanyayı minimal bir düzeyde benimkine yapıvereyim dedim ama bir erkek olaraktan. Ben de ona "Benim vücüüdüm ve benim karaaarım. Seninlen sevişmiycem ben." dedim ve seksi bitirdim. (Şimdi kimse kalkıp da bana "Benim vücudum, benim kararım" kampanyasıyla dalga geçiyorum zannedip bana corlamasın. Kadınlara helâl olsun. Gayet başarılı oldular.)
    Sonra ne mi oldu? Şu oldu canlarım: O gayet rahat takılmaya devam etti, bense hafiften kudurdum. Her gün yazışmaya ve birbirimize ne yaptığımızı anlatmaya devam ettik. Zamanla bu yazışmaların arası da açıldı. (Belki hayatında yeni biri var. Aman ne bileyim!)
    Derkene bugün yine yazıştık. Bana kedileri sordu. Büyüdüler mi diye sordu. Yaramazlık yapıyorlar mı diye sordu. Birkaç hafta önce zorlama dramasyon bir şekilde intaaara teşebbüs eden ev arkadaşımın iyi olup olmadığını sordu. Ama benim nasıl olduğumu sormadı!!! İşte bunu fark ettiğim anda fark ediverdim; sanki beynimde bir süpernova oluştu: Daha evvelki mesajlaşmalarımızda da benim nasıl olduğumu hiiiç mi hiç sormadı!!! Bunu fark edince aldı beni bir titreme; resmen vicıııdım attı, atarlandım.
    O sinirle ona "Ev arkadaşım gayet iyi, işini kaybetmedi, çalışıyor. Tatile de çıktı geldi. E, üstelik yeni sevgili de yaptı, hepimizden daha iyi vaallaaa, domuz gibi maşallah" deyivermişim. Güldüğünü belli etmek için "h" ve "a" harflerinin birden fazla yanyana gelmesiyle oluşan yazışmalardaki çoook gülme ifadesini yazmış bana. Amiyane tabirle, kopmuş!
    Kediler de iyi dedim. "Büyüdüler bak" diye resimlerini bile yolladım. Biraz yazıştık ve yazışma bitti.

    Ne yalan söyleyeyim, onu tanıdığıma pişman değilim. Hatta iyi ki onu o şekilde tanıdım. Hayatımda olmasını istediğim biri. İlişkilerden arkadaşlığa başarıyla geçebilen biri. (Kısaca yılların kaşarı. Ben ki kendime kaşar derdim, anladım ki o kaşar bile değil, rokfor olmuş rokfor! Ve ben daha yeni yeni peynirleşiyorum. Bırak kaşar olmayı, onun yanında hala süt kıvamındayım, ayh!)

Sen üstte kırmızıyı, altta yeşili görüyorsun diye,
o da aynısını görüyor zannetme.
Sor bakalım önce; renk körü mü, değil mi!
    Babamın bir lafı vardır: Eve çikolata, lokum, çikolatalı şeker, cips ya da kola gibi abur-cubur alındığında asla bir ertesi güne kalmaz bizim evde; "aklımda durcaana midemde dursun" der ve konuyu kapatır. Annem ve ben, tenezzül bile etmeyiz bazen günlerce. İşte babamın bu huyu bende farklı sirayet etmiş. Beynimde durcaaana, yazayım bari de içimden çıksın, rahatlayayım. Rezil olcaksam da olayım, bana ne, aman! modundayım.

    Her yazının bir sonuç, yanisi o kadar anlattın anlattın, bir son sözü vardır elbet kısmı olur. Daha evvelki yazılarımda biraz artistik takılıp bakın ne kadaN doooru düzgün Türkçe yazabiliyorum tribal-enfeksiyonundaydım. Bu yazının ne bir sonuca ulaşma amacı var ne de imlâ takıntısı. (Hatta "imlâ" yazacağıma "imlaaa" yazayım da tam olsun.)

    Ayh! Yine iki çemkirdim, rahatladım. Anlatmasaydım vallahi dilim, elim, içim şişerdi.

    Ama merak ettim bak şimdi. Madem sen bir renk koleksiyoncususun, ben ne renktim arkadaş? Onu deyivereydin bari!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

E Lucevan Le Stelle

Yıldızlar ışıl ışıl parlıyordu...
Ve baş döndüren koku havayı sararken
Çatırdayan bahçenin kapısı...
Ve bir ayak, kumu sıyırdı.
Tıpkı onun gibi hoş kokan bir varlık,
Hafifçe kollarıyla sarıverdi beni.
Tatlı öpüşleri, hassas okşamalarıyla...
Büyülü bir şey, benzersiz...

Aşkımın hayali şimdi gitti sonsuza,
Zaman geçiyor hızla ve ölüyorum umutsuzca!
Yazık! Ölüyorum umutsuzca.
Ve hayatı hiç bu kadar sevmemiştim.

Tosca - Puccini


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Formül

"İki insana birbirlerine âşık olduklarını söylersen, olurlar."
Amelie

Le Dabuleux Destin d'Amelie Poulain

6 Ağustos 2012 Pazartesi

    "- Aylardan beri gelip neden benim resmime bakıyorsun?
    - ...
    - Cevap vermiycek misin bana? Yoksa gerçeği söylemekten korkuyor musun?
    - Öğrenmek istediğini Mustafa söylemiştir sana.
    - Ben senin söylemeni istiyorum. Herhalde bana ait olan bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
    - Hayır. Sana ait bir mesele değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine âşığım.
    - İyi ama âşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim.
    - Resmin sen değilsin ki! Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.
    - Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor.
    - Evet! Bir korkudan ileri geliyor. Bu korku sevdiğim şeye ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de sana âşık olsaydım, o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak.
    - Ben de sana bakmak istiyorum.
    - Hayır! Benimle resminin arasına girme, istemiyorum seni. Ben senin yalnız resmine âşığım."

Sevmek Zamanı - Metin Erksan

Sema Özcan & Müşfik Kenter

5 Ağustos 2012 Pazar

Bu Aralar #2

Elif Şafak
    Elif Şafak kitaplarını tekrar okumaya başladım. Keza ara ara bazı yazarların kitaplarını bir daha okurum. Bu defa beğenmedim. Beğenmediğim, şuan içinde bulunduğum duygu durumu, geçirdiğim değişim ya da kitapları daha önce okumuş olmam ve bu nedenle konularına aşina olmam sebebiyle bir beğenmemezlik değil; tekniği açısından... "günbegün", "haftabehafta", "senebesene", "son tahlilde" gibi her kitapta tekrar eden kelimeler ya da kelime grupları ve de zorlama romantik kelime yapıları... Gereğinden fazla mistik süslemeler... Bunlar rahatsız etti beni. Aynı zamanda dikkatle okuyunca her kitabında kurgular neredeyse birbirinin benzeri. Sanki ayrı ayrı kitaplar değil, bir seri okuyormuşum izlenimi uyanmaya başladı.

3 Ağustos 2012 Cuma

Bu Aralar #1

    * Okuduğum kitapta yazarın bir konudan bahsetmesi; o konudan benzer bir şekilde yayınlanmamış kitabımda değinmem ya elimi çabuk tutmam gerektiğini bana hatırlatıyor ya da her nerede olursa olsun birbirini tanımayan insanların "ortak bir bilinç"le birbirlerine bağlı olduğu konusundaki düşüncemi kuvvetlendiriyor. Fakat bir yandan da bu, beni kaygılandırıyor. Evet! Güneşin altında söylenmemiş hiçbir söz yok. Ama yine de söylemeli.

    * Bir yazarın dili önemlidir. Seçtiği kelimeler, her kitabında aynı, kurguları her kitabında birbirini takip eden kurgularsa, o yazar iyi yazar mıdır yoksa bir çember içinden mi okuyucusuna seslenir, yazar, karar veremedim.

    * Bir kalem alıyorum elime, bir cümle yazıyorum ve devamı gelmiyor. Bir sayfa açıyorum bilgisayarda, bir cümle yazıyorum ve devamı gelmiyor. Bir bekleme durumundayım. Neyi bekliyorum, bilmiyorum.

    * İnsan, kedi sahibi olunca, kendini de büyük bir kedi zannediyor. Bazen kendimi yatakta kedilerim gibi yatarken buluveriyorum; ön patiler ileri doğru uzanmış ve gergin, arka patiler hafif kıvrık ve kafa boyundan hafif geri düşmüş.

    * İnsanlar, ne kadar seni kırarsa kırsınlar, yine de güvenmek ve sevmek gerek. Bunu son zamanlar çok tecrübe ettim.

    * Sigarayı bıraktıracak bir sigara istiyorum.

    * Fotoğraflar, her ne görüntüyü yansıtırsa yansıtsınlar ne muazzamlar!

    * İlkokul küskünlükleri, çocuklar için masum bir şeydir. Büyüyünce yakışık almaz. Bu nedenle kırgın değilim. Sadece kendimi koruyorum.

Leontyne Price
    * Yazı yazabildiğim için, anlatacak çok şeyim olduğu için hayata ve yazıya teşekkür ettim.

    * İtalyan operaları ne güzel!

    * Leontyne Price! Sesini Maria Callas'tan daha çok seviyorum.

    * Gözünün önünde hayatına son vermek isteyen birine ilk müdahale ve göz yaşlarıyla onu hayata döndürme çabasını yaşadım. Korku dolu bir şey!

    * Artık çoğu şeye şaşırmıyorum. Buna rağmen, kabullenmiş bir hayatı da yaşamıyorum.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Dert

Sıkıntı, alışamadığın, uyum sağlayamadığın değişimlerdir. Dış’a iç’ini uyduramamaktır. Dert olur ya içini ya da dışını değiştirmezsen.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Je Veux Voir / Görmek İstiyorum

Catherine Deneuve: "Görmek istiyorum."
Rabih Mroue: "Görmek istemiyorum."

    Diyaloğu az, durum tespiti gibi çarpıcı anlık çekimler... Kurgu yok. Kurgu, zaten hikâyenin kendisi...

    Catherine Deneuve, camdan bakar. "Görmek istiyorum," der. Ona göstermek istemezler önce, "Seni korumamız zor Catherine. Görmek istediğin yerler tehlikeli." Tekrar eder Catherine Deneuve: "Görmek istiyorum."
    Bunun üzerine Catherine Deneuve ve Rabih Mroue, bir arabaya atlayarak şehri gezmeye başlarlar.
    Rabih Mroue, Lübnan'lı bir aktördür. Şehri gezdirmesi için Catherine Deneuve'e eşlik etmektedir.
    Önce iki yabancıdırlar. Suskun bir halde araba camından yansıyan savaş sonrası şehrin manzarasını izler Catherine.
    Fransızca konuşurlar.
    Bir noktadan sonra, iki yabancının sohbetinin koyulaştığı bir nokta olur ya elbet, Rabih Mroue, Catherine Deneuve'e olan hayranlığından bahseder. Catherine, hiç oralı değildir. Sigara içerek manzarayı izlemeye devam eder o.
    "Görmek istiyorum," der yine; bunu hep yineler. Catherine Deneuve, yıkıntılar arasında dolaşırken, mayın tarlasında dolaşırmış gibi geriliyor izleyiciyi de.
    Hatta öyle bir an geliyor ki, Catherine Deneuve ve Rabih Mroue, araba içindeki sohbetleri koyulaşınca nereye gittiklerini fark etmiyorlar ve onları takip eden ekibin bir anda telaşlı ve veryansın halleriyle araba durdurulup, Catherine Deneuve ve Rabih Mroue emniyetli bir yere alınıyor yavaş yavaş. Çünkü mayınlı bir yola girmişler. Bunu öğrendiklerinde Catherine Deneuve ve Rabih Mroue'nun yüzlerindeki o korkunun sahiciliği ve yaşadıkları şok... Savaş sonrası bir şehirde yaşamak, rol yapmaksızın böyle güzel anlatılabilirdi; en gerçeğinden.
    Tekrar ediyor Catherine Deneuve: "Görmek İstiyorum."
    Bunun üzerine yollarına devam ediyorlar. Rabih Mroue'nin doğduğu evi bulmaya çalışıyorlar. Anneannesinin evini ve sokağını arıyorlar. Catherine Deneuve, "Görmek İstiyorum," dedikçe Rabih Mroue, "Görmek İstemiyorum," diye sayıklıyor.  "Hiç görmek istemedim. Siz görmek istemeseydiniz, belki de hiç görmek istemeyecektim."
    Ve göremiyor da Rabih Mroue.
    İnsan, anılarıyla yüzleşmek istemese de onları o anki halleriyle zihninde tutar ve tekrar arayıp bulmak istediğinde onları olduğu şekilde bulacağını sanır. Oysa öyle olmuyor Rabih Mroue için. Savaş, doğduğu evi, hatta tüm mahalleyi yok etmiştir.
    Rabih Mroue, sokağı bulmaya çalışır, bulamaz. Doğduğu evi bulmaya çalışır, bulamaz. Bir anda Catherine Deneuve'un yanından ayrılır ve yaşadığı bu şaşkınlık ve anılarının silinmişliğiyle yıkıntılar arasında başıboş koşmaya başlar. Catherine Deneuve ise, o anda hiç bilmediği ve yabancı olduğu bir mekanda tek başınadır. Ekranda, görüntüler arasında iki oyuncunun en rol yapmayan şaşkınlıkları ve korkuları vardır.
    Devamı için, filmi izlemenizi tavsiye ederim.


14 Mayıs 2012 Pazartesi

... İçinde

    Sen geçtiğini zannetsen de yarım kalan bir çok şey tekrar gün yüzüne çıkıp, bilinçaltından konuşarak gününü mahvedebilir. Yarım kalan, tamamlanmamış anılar, seni ansızın üzmek için tetiktedir. Sen unuttuğunu sansan da o hatıralar çıkmak için beklerler.
    Yarım kalan her şey, tamamlanmayan her şey, namluya sürülmüş bir mermi gibi... Tetikleyen etkeni ve tetikçisini bekliyorlar.
    Rüyalarımdan çıkaramadığım, çocukluğumdan çıkaramadığım anılar... Gece uyumak için önce biraz bunlarla cebelleşmek gerekiyor. ("cebelleşmek" kelimesi bu cümleye ne yakıştı!)
    Dramatize etmeden konuşmaya çalışıyorum onlarla. ("çalışmak" kelimesi de buraya çok yakıştı; aynen öyle. Düzgün konuşmaya kendini zorlayan kekeme bir ruhun azmidir bu çalışmak.)
    Yarım bıraktığım, yarım b ı r a k m a k   z o r u n d a    k a l d ı ğ ı m, yarım bırakıldığım bir çok anıya uslu süslü hayaller ve avuntular dikiyorum artık.
    Farkındalığın acısı! Tarifsiz. Bu yazı gibi anlamsız. Eğer sen de bu yazının içindeysen anlarsın, anlarım.

13 Mayıs 2012 Pazar

Bir Yalnızlık Ki, Çekilir Gibi Değil


    Bir derdi var insanın. Kendiyle bile konuşamıyor bunu. Orada işte: içinde, kafanda; derinlerinde bir yerde.
    Oysa konuşmak lâzım. İnsanın derdiyle konuşması lâzım.
    Değil mi ki insan, kendinden sağaltır kendini. Zordur ama bu. Yaman bir yürek, yaman bir duruş ister kendine karşı. Kendini karşına alırsın ve anlatmasını istersin. Oysa kendin karşındayken hemen anlatamazsın.
    Önce karşındaki kendine bakarsın; bakakalırsın. Sen misindir o gerçekten? Aynaya bakar gibi değildir bu, olamaz da. Camsız karşında akseden surettir kendin. Şimdi ona el uzatma ve seni ondan dinleme zamanıdır.

    Hayır!
    Sussun o suret. Seni sana anlatmasın. Biliyorsun zaten kendinde olanı, geride bıraktıklarını. Sen anlatacaksan eğer, boş sayfalara anlat.
    Anlat işte! İçinde kopan her fırtınanın dışarı taşmadan duvarlarına çarpışını anlat. O sesleri bir tek sen duymamalısın.
    Öyle bir yalnızlık ki bu dalgalar, artık duvarları da dinlemiyorlar.
    Çekilir gibi değil.


18 Nisan 2012 Çarşamba

Her Gece Yatmadan Evvel Dişlerini Fırçalıyorsan, Bil Ki Yaşamayı Seviyorsun

    Bir gece öncesi, uyku öncesi, diş fırçalamak konusunda kendimle inadımı hatırlıyorum sadece. Sabah uyandığımda ağzımdaki tahammül edilmez koku, gece içtiğim iki bardak fümeli sek viskinin kokusu kadar hoş değildi.
    Aslında viskinin tadından ziyade, gece yatmadan önce diş fırçalamak konusundaki inadımı hatırladım diyeyim uyandığımda. Evet, daha doğrusu size burada gece yatmadan evvel diş fırçalaMAmak konusundaki inadımdan bahsetsem, daha doğru bir şey anlatmış olacağım.
    Deliye bağlamış bir halde diş fırçalaMAmak konusundaki inadım diyorum ve "diş", "fırça", "diş fırçalamak", "gece", "uyku öncesi", "inatlaşma"... bu ifadeleri tekrar vurguluyorum ki, geceden sabaha uzanan beynimdeki bir tartışmayı aktarabileyim. Yoksa henüz delirmedim.
    "Diş fırçalamak" konusunda inat, "diş fırçalaMAmak" konusunda bir inadın başka bir yansıması olmalı.
    "Kalk hemen! Dişini fırçala," diyen yanım, erken uyumayı, sabah erken uyanmayı, borçlarını zamanında ve eksiksiz ödemeyi seviyor; geleceği hakkında daha tutarlı kararlar almak istiyor ve garantici bir şekilde bazı fonlara bazı meblağları yatırmayı kendine yük değil, bir ödev olarak görüyor; daha uzun yaşamak istiyor, sağlığımın iyi olup olmadığı konusunda kaygılanıyor. Bir evi olsun, bir de arabası olsun istiyor. Hatta şartları sağlayabilirse çocuk da isteyebilir, hayatını ona hasredecek kadar seviyor kendini.
    "Kalkmasan da olur. Sabah uyandığında fırçalarsın dişlerini. Hadi yat, zıbar!" diyen yanım ise pek bir somurtkan, pek bir umutsuz. Sanki dünya onun başına yıkıldı. Sanki hayatta mutlu olabilecek hiçbir şey yok ve sanki ailesiyle arasını o değil, başkası düzeltti. Sanki hiç sevilmemiş gibi... Sanki bu yüzden de hiç sevmemiş, hiç âşık olmamış gibi... Zamanında devrimi gerçekleştirmek uğruna hayatını feda edip de devrim gerçekleşmeyince içine kapanmış, hala o dönemde yaşayan ve artık "devrim" dedikçe ciddiye alınmayan, acıları anlaşılmayan, çabuk öfkelenen eski ve yaşlı bir solcu gibi... O yanım, sanki bir meyhane masasında tek başına, sigarasını tellendire tellendire habire içiyor. Bu nedenle ayık olması ne mümkün. Oysa o içtiğinden değil, kafasından geçen çok şey sebebiyle zom bir halde; leylâ. Bir arabası olsa hızla yoldan çıkıp duvara çarpacak kendini. Ev sahibi olmaya ne gerek var, kira ödemek bile saçma diye düşünüyor. Bu nedenle gece yatmadan evvel dişlerini fırçalarsa o muhteşem düzenli hayatın kendine yakışmayacağını düşünüyor ve REDDEDİYOR. Sabah uyandığında dişlerini fırçalamak da kendini sevdiğinden değil; aman dışarı kötü kokmasın; ondan...

    İşte bu iki karakterin savaşmasıyla içinde barındıkları bünye, dün gece sızdı.
    "... sızdı," deyince "Kalkmasan da olur. Sabah uyandığında fırçalarsın dişlerini. Hadi yat, zıbar!" tarafımın galip geldiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü sızarken seviyordum kendimi. Gözlerim kapalıydı ve dünyanın döndüğüne "allahbelamıversinkidönüyor" yeminiyle tanıklık ederken, sanki gülümsüyordum da; dudaklarımdan yanaklarıma yayılan gerginlikten bunu çıkartabiliyordum. Sabah uyanıp da ağzımdaki kesif kokuyu alınca bu iki zırtapoz arasındaki tartışma geldi aklıma. Biri kendini seviyordu, diğeri kendini sevmiyordu.
    Suyun altında her şeyden arınmaya çalışırken "Kendimden nefret ediyorum," dedim. Hemen ardından utandım ve kendimden nefret ediyorsam kaç kişi var bende diye düşündüm. Birincisi, kendisinden nefret eden ben, ikinci de kendisinden nefret eden beni taşıyan ve onu algılayan ben. E, haydi üçüncüsü, arada sırada da olsa her ikisine ahkâm kesen ben.
    Şimdi hangisi konuşuyor ben de bilmiyorum. Fakat kötücül taraftan sıkıldılar artık; kötücül taraf bile kendinden sıkıldı. Diş fırçalamayı seven ben ve onu içinde taşıyan ben, diş fırçalamayı sevmeyen beni elinden tuttular ve bu sabah kendilerine birer diş fırçası aldılar. Artık kavga etmek yerine erken yatacaklarmış.
    Bense bu yazıyı onlar uyurken yazdım. Dişlerimi de az evvel fırçaladım.
    Kendimi sevdiğim kadar sizleri de seviyorum; tanışmamız gerekmiyor bunun için. Haydi öpüyorum sizi.
    Ha, bu arada. Polyanna'nın selamı var size. Muuaaah!

16 Nisan 2012 Pazartesi

Uzun Ara

    Rüyamda bir balinaydım. En kuvvetli nefesi çekip en derinlere dalıp da çıkmamacasına bir karanlıktaydım.
    Biliyor musunuz, balinalar okyanusun en derin ve karanlık yerlerinde, öyle başları aşağıda, suyun içinde asılı bir şekilde uyurlar. İşte rüyamdan, tam da böyle bir balina uykusundayken uyandım.
   Yatağın içinde birden otururken bulunca kendimi, filmlerdeki bazı karakterlerin de böyle sancılı uykulardan uyanınca kendilerini yatakta otururken bulmalarının bir film kurmacasından ibaret olmadığını anladım. Evet, ilk bu geldi aklıma; gerçekmiş son derece... İnsan kendini bir boyutta baş aşağı asılı uyurken bulurken, saniyeler sonrasında gerçek olarak adlandırılan başka bir boyutta kendi gerçeğinin ortasında otururken bulabiliyormuş.
    Bir nefes çektim. İçlendim. İçli içli bir nefes olduğunu anladım ama o an, o yatakta ne olduğunu anlamadım.
    Karanlıkta, dışarıdaki sokak lambasının aydınlattığı odada, yerde duran mavi gömlek ilişti gözüme. Üzerindeki şarap lekesini görebilecek kadar aydınlık değildi oda fakat insan beyni işte, deneyimlediği bir şey üzerinden nesnedeki görünmeyen eksikliği kendiliğinden tamamlayıveriyor.
    O şarap lekesini yaratan arkadaş için hiçbir dinde olmayan küçük dua geçiverdi içimden. Hiçbir dinde geçmiyordu o dua çünkü dilimden dökülemedi. Kalbimden geçiverdi, ben bile dinleyemedim.

    Uzun bir nefes alıp suyun dibine dalınca insan o nefesin, buz kütlesinin altından geçerken kendine yetebileceğini sanıyor. Sanıyor sanmasında da bir yandan da bunun yeterli olmadığını bilip aceleci davranıyor. İşte o panikle nefes ya yetiyor, ya... Bilmiyorum. Bu cümleyi tamamlayamıyorum.


    Uyandım. "Uzun ara..." dedim. Beni terk eden birinin ismini dua gibi ahlarla vahlarla -belki- otuz üç kere tekrarladım.
    Kendimi yeterince sildim. O nefesi, balina şeklindeki kendimi, karanlık içindeki uykumu, beni terk edeni ve beni kendime getirmeye çalışan herkesi sevdim.
    Sevdim. Buydu!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...