28 Ocak 2011 Cuma

Çivi Albümler - 2: Kâmil Erdem & René Sopa Quartet

    Çivi çiviyi söker tadında ruh sızılarına iyi gelen albümler listesi yapacağımı daha önce yazmış ve PJ Harvey'in White Chalk albümünü bu listede birinci sıraya koymuştum. Bazen sesler, tınılar, melodiler anlamlandırılamayan hislere en iyi ses olurlar ya hani, işte bu şekilde devam edecek bu liste, zamanla.
    Çivi albümler listemde ikinci sırada, iki büyük müzisyen Kâmil Erdem ve René Sopa'nın birlikte kaydettikleri bir albüm yer alıyor: "Kâmil Erdem - René Sopa Quartet".




1- İmroz / Kâmil Erdem
2- Connexion / René Sopa
3- Hicaz Darb / Kâmil Erdem
4- Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına / Kaptanzade Ali Rıza Bey, Düzenleme: Kâmil Erdem
5- Six Huit / René Sopa
6- Çengel / Kâmil Erdem
7- Ballade Pour Ann / René Sopa

Kâmil Erdem / Bas Gitar
René Sopa / Akordeon
Şenova Ülker / Trompet
Erhan Seçkin / Davul


    Bu albüm, denizde dalgalanan bir teknede sakince yol almak gibi... Sabahın, kendini öğleye bırakan güneşi altında, denizde bir salda dalgalarla birlikte sallanmak gibi... Duyguları, sözlere gerek kalmadan güçlü melodilerle sakinleştirmek ve daha ötesi...
    Bu albümden seçtiğim parça, Kaptanzade Ali Rıza Bey'in eseri, "Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına". Kâmil Erdem'in düzenlemesiyle eşsiz bir yorum kazanmış. Bu albüm, denizde dalgalarla sallanan bir sal gibi demiştim ya, işte o dalgaları yaratan René Sopa; onun akordeonu...


İmzalı Şiir: Acı Bir Yağmur Gibi...


    Yağmurlu bir gündü. Bu şiiri alelade bir not defteri kâğıdına yazıp, ona imzalattığımda İstanbul’a yağmur yağıyordu.
    Sevgilimle o gece, Taksim’in hizbe sokaklarından birinde bir bara gitmiştik, içecektik. Belki biraz da dans ederdik, yeter ki keyfimiz yerine gelsin.
    Beyoğlu Emniyet Karakolu’nun bitişiğinde yer alan NEVA isimli bar, İstanbul’a ilk geldiğimde keşfettiğim bir yerdi. Susam Sokağı’nda hiç görünmeyen hamam böceklerinin buluştuğu yerdi o zamanlar. Hemen hemen sosyal hayatın savurduğu, savurmakla yetmezmiş gibi bir de ona bir sıfat bulduğu “alt kültür”, eksiksiz oradaydı. Orada olmayanları temsil edecek bir türdeşi mutlaka vardı.
    İşte ben de o zamanlar üzerime yapışan “iyi aile çocuğu” imajımdan kurtulmak istiyor, o âna kadar yapmak istediğim ama yapamadığım her şeyi yapmak istiyor, kendimi bir denek olarak tehlikeli sulara daldırmaktan korkmuyordum. O zamanlar bol bol Charles Bukowski okuyor, hatta kitaplarını tekrar tekrar okuyor, zihnimde oluşan tüm görüntüleri etrafımda görmek istiyordum. Charles Bukowski sayesinde edebiyatımızdaki tüm “öteki” yazarlarla da tanışmıştım. Charles Bukowski “Beni okudun. Şimdi kendi ülkendeki şu adamı da oku,” demedi elbette. Edebiyata olan merakımı, ondan aldığım tadı arttıran biriydi sadece.
    Okuduğum edebiyat dergileri ve Charles Bukowski üzerine yazılmış her türlü yazı, makale, gazetelerin kitap ekleri sayesinde tanıştım edebiyatımızdaki arıza yazarlarla. “Arıza” sıfatı, anlayacağınız üzere burada bir küçümseme olarak değil, keza yattıkları yatağın altındaki bezelye tanesinden rahatsız olmayıp, bilakis onunla konuşan yazarlarımıza bir övgü olarak kullanılmıştır. Edebiyatımızın bu öteki ve arıza yazarları kimler mi? Bu, başka yazıların ve başka anıların konusu.
   
    NEVA’da o akşam, sevgilimle biraz sohbet etmek istemiştim. Sakin bir müzik çalıyordu. Bira içiyorduk. Havadan sudan sohbet ediyorduk sevgilimle. Saçlarını çok severdim. Saçlarından gözlerine ve dudaklarına inerdim. Ona bakmayı severdim. Sohbetin kısa bir müddet kesildiği anda, sevgilimin saçlarının üzerinden, bir masada arkadaşıyla sohbet eden Küçük İskender’i gördüm. Charles Bukowski’yi daha yakından tanımak için okuduğum her tür yazıda tanıdığım bu adam, bir şiirini sevip de hayatımda ezberlediğim ilk şiirin sahibi olan bu adam, sevgilimin saçlarının ardından görebildiğim masada, tam karşımda oturmaktaydı. Onu görünce ezberlediğim ilk şiirinden kelimeler dökülmeye başladı içime: “bir çocuktan bir çocuğa geçen suçiçeği gibi bulaştın bana.”
    Sevgilimle yaptığımız sohbetin o küçük boşluğunda çantamdan çıkardığım not defterimin bir sayfasına, ezberlediğim ilk şiir olan Kerrat Cetveli’ni çalakalem yazıverdim. O şiiri yazarken sevgilim ne yaptığımı anlayamadı ilkin. Ne yaptığımı anlattım.
    Masadan kalktım ve Küçük İskender’in yanına vardım. Ne söylediğimi hatırlamıyorum ama övgü dolu sözler söylemekten uzak tuttum kendimi, bunu hatırlıyorum. Belki de sadece “Bu şiirini çok seviyorum. Benim için imzalar mısın?” demişimdir. Küçük İskender’i övseydim eğer, içinden bana okkalı bir küfür sallayacağından emindim. Kim bilir, belki de yüzüme söylerdi.
    Ona uzattığım not defteri kâğıdı üzerine yazılmış ve bazı yerleri karalanmış olan şiire baktı ve hangi şiiri olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra anladı ve o şiirin altına şunu yazdı: “Türker’e, çok acı bir yağmur olsun bu.”
   
    Öyle de oldu. O gece yağan yağmur, o gece hayatıma da yağdı. Nasıl mı? Hikâyeyi baştan ve biraz daha açıkça anlatayım mı?


    ÇOK ACI BİR YAĞMUR

    Yağmurlu bir gündü. Bu şiiri alelade bir not defteri kâğıdına yazıp, ona imzalattığımda İstanbul’a yağmur yağıyordu. 
    Sevgilimle o gece, Taksim’in hizbe sokaklarından birinde bir bara gitmiştik, içecektik. Belki biraz da dans ederdik, yeter ki keyfimiz yerine gelsin. Buna ihtiyacımız vardı. Konuşmalıydık. Aramızdaki o soğuk şey neydi, buna bir anlam bulmalıydık. Belki de ayrılacaktık. Konuşmak lazımdı yine de. Konuşmazsak birbirimizi daha çok sevmeyecektik, bunu biliyorduk. O nedenle o akşamlık için hiç olmazsa mutluymuşuz gibi davranmayı bir kenara bırakalım dedik. Sorun ne miydi?
   
    Bazen, siz kendinizi ne kadar zorlasanız da, birini ne kadar sevseniz de, içinizde kalbinize doğru akan şüpheli düşüncelerin konuşmalarını duyarsınız. Özellikle çok da uzun olmayan, yeni başlamış ilişkilerin ilk heyecanları yavaş yavaş azaldığında, ortaya çıkan o seslerin neden konuştuğunu anlamaya çalışırsınız. İlk heyecanları daim tutmak, hezeyanlardan uzak kalmak istersiniz de, bir sebep ararsınız ama aramaya çalıştığınız sebepler aslında sebepsizdir. Yanılsama olarak da bakarsınız buna, ilişkinizi heyecanlandıracak duygular da bulamazsınız. Kısaca, kalakalırsınız. İşte öyle bir durumdu.
    Onu seviyordum. Ayrıntılarını seviyordum. Bir bütünü sevmenin imkânsız olduğunu bildiğimden, ayrıntılarla sevginin geliştiğinden emindim. O nedenle saçlarını seviyordum; gözlerini ve dudaklarını… Bunlar dışında sevdiklerim, hayatıydı; hayatındaki ayrıntılar… Ama bahsettim ya, ilişkinin ilk heyecanlarının azalmaya başladığı o dönemde insanlar, sevdiklerinin hayatlarındaki yerini sorgulamaya başlarlar; tam o dönemde… Sevmek hayalinin bir alışkanlığa dönüşmeye başladığı o anda insan kendi hislerini ölçüp, tartar. Sanırım biz de onu yapmıştık; birbirimizi ölçüp, tartmıştık. İnsana dair hayvani yönümüz doymuştu, şimdiyse mantık o istekleri bir süzgeçten geçiriyordu.
   
    Benden ayrılabilirdi; bunu isteyebilirdi, buna hazırlamıştım kendimi. Bu düşünce beni rahatsız etmiyordu. Bununla baş edebilirdim.

    Saçlarına sevgiyle bakarken, saçlarının ardından Küçük İskender’i gördüm ve ezberlediğim ilk şiir olan Kerrat Cetveli’ni, çantamdan çıkardığım not defterine yazdım. O şiiri Küçük İskender’e imzalattım. Şiirin altına yazdığı şeyi, masaya geri dönünce okudum. Sevgilim, o kâğıda Küçük İskender’in ne yazdığını merak bile etmedi.
   
    Konuşmamız biraz ilerlediğinde “Ayrılalım,” dedi. Az önce bahsettim ya, hazırlıklıydım. “Neden?” gibisinden aptalca bir soru sormanın anlamsız olacağını hissetmiştim. Çünkü hisler o kadar garipti ki, ayrılmamak için ortada önemli bir neden görmüyorduk. İkimizde ayrılmak istiyorduk. “Neden?” diye sormadım. İkimiz de birbirimizi anlıyorduk. İkimiz de bu ilişkiye bir heyecan katmak istemiyorduk. Ayrılıverdik.
    İkimiz de gülümsüyorduk. Ona baktığımda aslında biraz içim sızlamıştı. Muhtemelen onun da… Biraz daha içtik. Havadan sudan sohbetler ettik. Eğlendik. Sonra bazı arkadaşlarımız da katıldılar bize. Barda çalan müzik hızlandı ve pistte dans ettik. Gecenin sonunda İstiklal Caddesi’nde yürüdük hep beraber. Çılgınlık değil mi, çok sesli kahkahalar atıyorduk. Ne histeri! Fakat gençken aptallık mazur görülür, değil mi?
   
    İstiklal Caddesi’nin girişinde duran yedi kişiydik. Ayrılacak ve evlerimize gidecektik. Birden onu, birkaç saat önce ayrıldığım sevgilimi, okul arkadaşımla el ele gördüm! El eleydiler. Birbirlerine gülümsüyorlardı. İşte o zaman yaşadığım şaşkınlık… Kafamda dönüp duran “Ama nasıl?” soruları…   Yüzlerine baktıkça suratımdaki kötü ifadeyi onların yüzlerinden okumam… Suskunluklar… Konuşmak istedikçe kulaklarımın duyduğu kesik sesler… Şaşkınlık… Saçlarımdan akan yağmur damlaları… Bir arkadaşımın omzumdan tutup “Hadi, gidelim artık,” demesi şahit olduğu şeye anlam veremeyerek… Bu ayrılmanın bir anlaşma olmadığını hissetmem… Kandırılmışlık; dikkat edin, aldatılmışlık değil, kandırılmışlık hissi ve ardından içimde uyanan acı; Ay gibi… Kafamda külçe külçe dönen bol soru işaretli cümleler… Saçlarımdan akan yağmur damlaları… Acı bir yağmur gibi…


Doğum

anan doğurdu seni
ben büyüttüm içimde.

Serdar Soydan




    Bu aforizmayı seviyorum, ah hem de ne çok. Sevgili arkadaşım Serdar Soydan'a ait olan bu aforizma, bu minicik şiir, birçok kelimeleri arka arkaya getirip kurulan cümleler bütününü ne kadar yalın ve öz, saf ve içten açıklıyor; hissederek, hissettirerek... 
    Dönüp dolaşıp defalarca okuduğum bu cümle, kafamda dönüp dolaşıp dilime dökülüyordu sürekli. Bu minicik şiirin hissettirdiği o büyük, büsbüyük anlam ve duygular... Tüm konuşmaları susturan, duygulara en iyi anlamı kazandıran bir yanıt... İç çekişlerle ağlamak sonrası göğsümüze yayılan ferahlık gibi... Güzel, çünkü işte bu sayfada anlatmaya çalıştığım çokça şeyin özeti... Şefkat dolu sevgiler gibi... 
    Böyle yoğun bir duyguyu, altı kelimeyle ifade eden bu kısacık şiirin doğduğu beyne ve yüreğe sahip olan güzel insan Serdar Soydan'a, tüm duyguları için ve bu şiirini bloğumda yayımlamama izin verdiği için teşekkür ederim.


27 Ocak 2011 Perşembe

Hayat ve Sen Meselesi

    “Hayır!” diyebilmek ne kadar zorsa hayata,“Evet” diyebilmek de bir o kadar zor benim için. Açıklamaya başlayıp “Bilmiyorum”la noktaladığım cümleler her zaman hayatımda geri tepip duracaklar mı?

    Her birim belli bir oranla temelleniyorsa, o oranlar normal şartlar altında hep ama hep belirlenebiliyorsa bir şekilde, bir “birim birey” olarak yaşadığım bu hayat kendi rasyonel değerimi bana ne zaman sunacak? Her birey reel bir birimse eğer, gerçek olarak tanımlanan bu reelde aslında “belirsiz” olarak tanımlananlar ne kadar gerçek? Yapılacak  H  İ  Ç  B  İ  R     Ş  E  Y  İ  N     O  L  D  U  Ğ  U  kaosta insan kendi anaforunda nasıl ve ne kadar uygun yaşayacak?

    Saf, temiz kalplilik miydi yaşadığımı sandığım? Hayallerle süslediğim yaşanmışlıklar mıydı tüm rüyalar? Ya da mastürbasyon tadında bir fantazya mıydı anlattıklarım? Ne kadar kirliydim? Ne kadar saftım? Ne kadar  K İ R L E N M İ Ş - S A F  tım?


    Uzaydaki nesneler çarpıştıklarında birçok yok oluşun ardından boşlukta salınan, babasını kaybeden, yitiren çocuk gibi bilinçsiz, amaçlarının ne olduğunu bilmeden bir amacı oluşturmak için tozlaşan parçacıklar ortaya ne kadar ne çıkarabiliyorlarsa, bana sunulan bu hayatta, çarpıştıklarımla parçalandığım, parçalandıkça kendimden izler bıraktığım bu dramada, başrol metnini unutan bir acemi gibi terk edeceğim bu hayatı!

    Acı!

    “Kimbilir” diyebilmek ne kadar anlamlı hayat için. Kim, kendini bilmiş ki başkasına ait çok şey, dünyanın dengesi olarak anılan şeyleri, aslında inanmak istediğim ama her zaman bir şüpheyle yitirdiğim, daha sonra bilinçli bir cahillikle doğru olabileceğini içime zorla,  K A N A T A     K A N A T A  yerleştirdiğim teorileri bilebilsin? Bildiğini söyleyen, yanlış söyleyebilme ihtimalini nasıl seçsin?

    Bir mucize mi verilmeliydi insana? Katmerleştikçe orospulaşan yatakların dilleri olsaydı, insanın rol yapamadığı o savunmasız uykuda, insanın mucizesini yataklar nasıl anlatacaktı? Ebedi uykuya dalındığında, ruh varsa gerçekten ve vücuttan çıktığında, acıları ve hatasıyla, mutluluğu ve yaşayamadığı, çok aza nasip olan, çok azın bulduğu o mucizeyi bulamayan ruhların kaçırılmış bir trenin arkasından bakarak, “Bu tren için bilet almıştım.” diyen ve ruhlarının tam ortasına ilk defa 12’den vurulmuş bir ok gibi yerleşen acılarının farkına vardıklarında, hoyrat vücutlarını tükürecek mi topraklar?

    Sofistike sohbetlerle başlayan ve umutlu bir çaresizlikle boyutlaşan, boyutlaştıkça çabasızlığımızı anladığımız, sordukça dağıldığımız, dağıldıkça bütünleştiğimiz, bütünleştikçe bir çemberi turlar gibi acizleştiğimiz dostla yapılan söyleşide, dostun söylediği gibi;
dikdörtgen bir kutunun içine yerleştirilmiş sönük balonun şişirildikçe kutunun şeklini aşamayacağı gerçeği, ilk defa 12’den vuran bir ok gibi bir acıyla, kendime getirdi beni!

    İskambil kağıtlarında, siktirinci faktöriyel hesabınca, uyumlu ve zor matematiksel olasılıklarla üst üste, alt alta gelen kupa kızı ve sinek erkeği nasıl sevişebileceklerse, nasıl hissedilebileceklerse birbirlerince, öyle yaşıyorum bu hayatı. Öyle yaşattın bu hayatı!

26 Ocak 2011 Çarşamba

Nasihat - 3: Hüsnüne Güvenme

    Gecenin bu koyu renklerinde aradığım cevaplar ve gece gibi tüm bıraktıkların... Bir nasihat aradım senden kendime doğru. Kendimden sana verecektim ben onu. Oysa sadece bir tını yeterli birçok şeyi anlatmaya. Bu, benden sana...

21 Ocak 2011 Cuma

Bu, Senin Akvaryumun ve Ben Onun Dışına Çıkıyorum

    Kimsenin hayatının anlamı olmayı istememiştin. Birgün bana böyle demiştin, hatırlıyor musun? Çünkü uzun zamanlar boyunca, evet, ne zaman başladığını hatırlamayacak kadar uzun zamanlar boyunca kendi anlamını sorguladığını söylemiştin. Bilir misin? Kendini sorgulayan insanlardan şaheser bir yapı ortaya çıkmasını bekleyemezsin. Taş taş üstünde kalmaz o insanın içinde. Yıkar tüm duvarlarını, yeniden ve yeniden…
    İşte böyle bir enkaza baktığımı söylemiştin sana bakarken. Konuşurken bile sözlerinin ardında ne kadar anlamlı olduğunu tartıp duruyordun da, daha fazla üzülme diye ben bir laf söylememiştim.

    “İçimde bir şeyler hep yarım,” demiştin. “Bunu bildiğim halde, hep bir bütünü tamamlamak için uğraştım.” Misafir gelmeden önce evi temizleyen anneler gibi sen de hayatına anlam katacak o kişi gelmeden önce tük aksi sözcüklerini unutmak için çok debelendin, biliyorum. Ama neden? Kendinden çok, başkalarına özen göstermenin, biraz ince düşününce aslında büyük bir ikiyüzlülük olduğunu fark edemedin mi? Birçok şeyi yıkarken içinde düşüncelerinle, bunu görmekten uzak tutan neydi seni?
    Tamam, diyelim ki sadece bunun için değildi. Seni büyüten o tortuların hayatını tıkamasını istemedin; seninle büyümelerini istemedin. Bir sebebi de buydu. Bunu kimin için yapmıştın?
   
    O konuşmalarının ardından şunu anladım: İnsan ne yaparsa kendine yapıyor; iyiyi de, kötüyü de… Ve bu yüzden ben de senin tortularından kurtulmak istiyorum artık.

    Seninle konuşurken, aslında buna bir konuşma denemeyecek olduğunu anladın mı hiç? Yani, olması gerekenin muhabbet olduğu, konuşmanın sadece tek taraflı insani bir eylem olduğunu da düşünemedin mi? Sen bana hayatını anlatıp bahanelerini ileri sürerken ben susuyordum ya hani, hiç aklına gelmedi mi ne düşüyordum o anlarda? Sıkılıyordum. Ama seni seviyordum ve bu nedenle dinliyordum.
    İlkin anlattığın her duygu yarasını içimde hissetmek için kendimi kanatıyor, sana daha çok sarılıyordum. Gözünün önünde olanları göremeyecek kadar körleştirmiştin kendini. Geçmişinde takılı olduğun hatıralar sebebiyle aslında sen kendin kadar, beni de yordun; farkında mıydın?

    Her insan bir yanının eksikliğini hisseder. Bu, sadece sana özgü değil. Ben de içimde bir boşluk hissettim çokça; bir “yarım”ı tamamlamak istedim. Gerçeğin kavurucu ateşlerini seninle söndürmek istedim. Yorgun geçen bir gün sonrası sana sarılmak ne paha biçilmezdi. Sadece sevmemiştim seni. Sensiz bir hayatın mümkün olamayacağına kendimi inandırmıştım da. İşte bunu hissederken içimde oluşan “tam”lık hissi… Hiç olmamış kadar güçlü olma hissi… Bir yanılgı olduğunu bana öğreten de sendin.

    Seninle bir “çeyrek”i bile tamamlayamadık, bırak “yarım”ı… Muhabbetimiz saten hep sığdı. Sanki bir şeylerden kaçmak istiyormuş gibiydin. Konuşmak, kaçışlarını zorlaştırıyordu. Bu nedenle sen, hayatında neler olduğu konusunda uzak tuttun kendini benden. Kendimizden bahsetmediğimizde daha çok şeyden konuşuyorduk her zaman. Ve her zaman gözgöze gelmeden konuşuyorduk. Bunları da düşünüyor musun?
    Zor doldurduğumuz o çeyreği ne kadar paylaştık peki? Cevabını veremeyeceksin, biliyorum ama paylaştığımız en belirgin şey yataktı. Beraberliğimize delalet sadece birkaç dakikalık dokunuşlar ve zevk yanılsamaları…
   
    Öfke dolu değilim sana. Sadece daha güçlü hissediyorum artık; bu sefer varlığınla değil, yokluğunla… Bahsettiğin ayrılık konuşmalarında bile her şeyi kendine yontan halin ve “sen daha iyilerine layıksın” yalanı… Emin ol! Kulaklarımda çınlayan bu sözlerin, işte onlar omuzlarımı dik tutmamı sağlayan.

    Oynadığın küçük oyunları göremeyecek kadar aptal değildim. Sadece seni sevmiştim; bana anlattığın tüm aksi yönlerinle… Mükemmel insan yoktur ya hani, işte sevmek aslında bir insanda bulduğun tüm aksilikleri sevimli görmektir bir anda. Ben seni bu gözle gördüm, böyle sevdim.


    Hayatını bir akvaryuma çevirip, kendini onun içine balık misali tıkan sevgilim! O akvaryumu bilsen ne çok kırmaya çabaladım. Kıramadıkça sadece bakmak istedim sana. Bana “Bu düşünceler olmazsa ben yaşayamam,” demiştin ya, korktum o zaman işte; sana bir şey olmasın istemiştim.
    Şimdi şimdi anlıyorum.
    O akvaryum içinde yaşamak istemiyorum. Bu, senin akvaryumun ve ben onun dışına çıkıyorum.

20 Ocak 2011 Perşembe

Uykusuz

    Uzun gecelerin sabahının bir yerlere çıkması için dua ediyorum sadece, uyumak için debelenmeyi çoktan bıraktım. Önceleri uykum kaçsa bile yatakta kalmaya zorlardım kendimi. Artık onu da yapmaz oldum. Çünkü kafamı yastığa koymamla beynimin bana oynadığı oyunun başlamasını, hemen ardından da bir can sıkıntısının basmasını ve derin bir nefesle sanki bir şeyden kaçar gibi bir anlık bir sıçramayla yataktan kalkmayı çoktan terk ettim. Beynimi kemiren düşünceleri susturmak için artık daha fazla müzik dinliyor, daha çok sigara içiyor ve kendimi oyalamak, gecenin sessizliğinde kendi iç sesimden kaçmak için dinlediğim müziklere farazi senaryolar kurguluyorum. Bir yerde olmalıyım her neresiyse, fakat burası değil; burası her neredeyse.


    Loş bir ışık olmalı uykusuzluğum müddetince. Odalardan odalara her geçişimde bir ışık beni karşılamalı, loş. Aydınlığa tahammülüm yok, aydınlıkta olmaya hiç yok.
    Yalnızlığı seviyorum uykusuzluğumda. Fakat tek başınalığımı seviyor muyum derseniz; sohbet etmeye, içimi dökmeye o kadar ihtiyacım oluyor ki bazen, fakat bunun için herhangi bir gayret de göstermiyorum. Sessizliğimin sesini yok ettim. Sessizliğim içinde yarattığım o sessizliği bozmaya da cesaretim yok. Buna belki cesaretsizlik değil de, isteksizlik, bir tür elimi kolumu kaldırmama, atalet ya da daha da ileri gidersek tembellik de denebilir aslında. Aslında belki de başlı başına bir kaçış. Tüm herkes ve her şey gibi, o sessizlikte uyuşmuş beynimi canlandırıp onu kalbimin sorgusuna teslim edesim yok. Uykusuzluğa bile zor alışmışken, uykusuzluğumu kendime yol bilip gecenin tüm ahengiyle ben her türlüyken; yani kendi iç sesimi içime boğup inanmayı başardığım birçok sahte ama güzel hikâye uydurmuşken; en önemlisi de o hikâyelerin devamını getirmekte oldukça yetenekliyken kurmuş olduğum bu yapay benliği yıkıp, kendimi gerçeğin kavurucu ateşine atıp, binlerce sırat köprüsünden geçip, esas olanın acısını ruhuma duyumsatmaya ve saçmalıklar manzumesi bu benliği yıkmaya niyetim yok. Dahası, yıktıktan sonra yeni bir benlik yaratacak kadar sabrım yok artık hiçbir şeye. Bu, o kadar büyük bir tahammülsüzlük ki, artık tüm yanlış anlaşılmaları dahi düzeltmeye ihtiyaç duymuyorum. Değiştiremeyeceğim bir şeyi, hakkımda yapılan bir dedikodu konusunu öyle olmasa da huy edinmiş gibi kötü anılmayı göze alıp, gündüzden elimi ayağımı çekip daha çok geceye sığınır oldum. Gündüzün beni görünür kılmasına işte bu yüzden tahammülüm yok. Yok, çünkü ben insanlardan kaçıyorum.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Ayrıksı Ot: HRANT DİNK

    Demokrasi! Neydi?
    Demokrasi konusunda bile kafalarımız karıştırıldı çocukluktan beri. Ne öğretildi bize? “Demokrasi, çoğunluğun söz sahibi olduğu, çoğunluğun kararıyla ülke kararlarının alındığı bir yönetim biçimidir çocuklaaaaar!”
    Yalan. Koca bir yalan. İşin yalanı, çoğunluğun söz sahibi olamamasından önce, demokrasinin bu faşist tanımında. Nerede kaldı hümanizma? Ya azınlık hakları?
    Oysa öğretilmeliydi bize, “Demokrasi, azınlığın çoğunluğa karşı korunduğu bir yönetim biçimidir çocuklaaaar!” diye. Olmadı. Söz sahibi olmanın, en azından bunun vaat edilmesinin yarattığı kraldan çok kralcı olma hissi, tüm azınlıkları susturmak için güç sahibi olmaya yetti.

    Bir adam haykırdı: “Daha fazla demokrasi istiyorum. Ben varım, görün istiyorum. Sizi aşağılamıyorum. Ben bu ülkenin vatandaşı olmayı severken can-ı gönülden, bir vatan haini olarak gösterilmekten yoruldum. Bir olalım istiyorum. Ben, demokrasi istiyorum; daha fazla…”
    Onu tanımak için, biraz istek biraz da tarafsızlık -en azından bir an için- yeterdi. Yazdıklarından, haydi okumadılar diyelim, konuştuklarından bile onun bir Türkiye sevdalısı olduğunu, kardeşlikten bahsettiğini, kalleşlikten uzak durduğunu; onu kalleş ilan eden tüm seslere veryansın edercesine itiraz ettiğini görmedi mi ona cephe olanlar? Kulaktan kulağa sözler farklı mı iletildi? Hayır! Duymak istemedi o siyah eller. İçlerindeki yom karanlıkla konuştular.
    
    Bir ayrıntıyı çekince öne, onu bütünselliğinden ayırınca, e, biraz da oraya buraya çekiştirince o ayrıntının aslında insanın haysiyetine göre şekillenebileceğini biliyorlar mıydı bu siyah eller, kirli ağızlar? “Türk’ün zehirli kanı” derken bu adam, sadece bu kelime öbeğinden hareketle, yazının tümünü okumadan, üstelik devletin Cumhuriyet Savcısı “Bu yazıda suç unsuru yoktur,” demesine rağmen niçin görmek istemediler? Çünkü onlar da biliyordu. Bu adam suçlu değildi; ama suçlu olmalıydı. Yoksa demokrasi sağlanırsa, nasıl ipleri ellerinde tutacaklar, onlara sonsuz olanak sağlayan bir sürüyü nasıl yöneteceklerdi.   

    
    Demokrasiyi istemediler. Ne kadar çırpınsa da Hrant Dink, görmek istemediler. Çok basit bir sebebi vardı: Büyük oyunda bu, işlerine gelmiyordu. Ayrıksı ottu o; sevilmeyen ve istenmeyen… Ayrıksı otu yolmak lazımdı. Kirli eller yoldu ayrıksı otu.

    19 Ocak bir yara olarak kaldı. Her yara kabuk tutarken, bu yara kabuk tutmadı; kanıyor. Katiller biliniyor. Adalet aranıyor. Daha fazla demokrasi isteniyor. Acilen…



18 Ocak 2011 Salı

Rüheyma'nın Bir Günü

    Rüheyma, pişmanlıklarla dolu bir kadındır. Beş ay önce sorsanız, pişmanlık duyan insanlara acıyan bir insandı. Hayatının kontrolünü sağlamakla övünür, hata yapan insanların niçin hata yapmakta ısrarcı olduklarını anlayamazdı. Dertli dertli konuşan ve hayatını bu tonda yaşayan insanlar ona göre çıkmaz bir sokağa girip de sokağın bittiği yere bakan insanlardı onun için; sadece geriye dönüp bakmaları yeterliydi ona göre, bir çıkış yolu her zaman vardı. Yok idiyse de insan duvardan atlamaya korkar mı? Bir yol bulabilmeliydi kendine.
    Rüheyma, beş ay öncesine kadar aynı saatte yatar ve aynı saatte, çok erken kalkardı. Uyumak ve uyanmak, onun için bir alışkanlık, vücudunun kendiliğinden yapmış olduğu bir refleks gibiydi. Saat kurmadan uyumanın o güven verici uykularından çok uzak şimdi Rüheyma.

    Ne oldu da şaştı Rüheyma? Ne oldu da tüm saatleri kurmasına rağmen uyanamamakta? Aşk değil bu. Aşk böyle olmamalıydı ona göre. Amaçsızlık? Sıkılma? Olgunlaşma? Kaçmasına gerek yoktu daha fazla. Aşktı bu. Ama en yıkıcısından… Bünyede huzur bırakmayanından… Deliksiz uykuları gittikçe büyüyen, kapanması zor bir boşluğa çevireninden… Acıtanından…

    Kendinden kaçmak için çok okudu Rüheyma. Okudu da çare olamadı okudukları. Okurken çoğu zaman yarıda bıraktı kitapları. Ya bir cümleye takıldı, anılarına gömüldü ya da bir kurgudan kendi yaşadıklarına vurgular yaptı. Kafasında kendi kendine konuştu. Sabah uyanır uyanmaz aklına aşkı geldi, yatağa çivilendi; geceleri karşılıksız kalan bir aşkın ıstırabıyla kavga etmekten, kendisiyle konuşmaktan uyuyamadı. Uyumak dediği, düşüncelerden yorulup sızmaktı sadece.

    Âşık olmak, sıradan hayatını sarsan, beklenmeyen, hatta hiçbir zaman öngöremeyeceği bir şeydi onun için. Çocukluğunda bile ileride âşık olacağı aklına gelmemişti. O, küçüklüğünden beri hayatta mantıklı olmak gerektiğine inanmış, babasının basiretsizliği sebebiyle savrulan bir ailenin acılarından kurtulmak için duygularını bastırması gerektiğine inandırılmıştı. Annesi, babasını sevmiş, severek evlenmişlerdi. Annesinin bir hata olarak gördüğü bu aşk evliliği, annesinin dertli iç çekişlerle bir hatayı dillendirmesi, ardından o çaresiz gözyaşları Rüheyma’yı kendine kilitlemişti.

    Ama birgün âşık olmuştu Rüheyma. Soğuk, serin sular gibiydi hissettikleri. Yüreğindeki felci yok eden soğuk suların şok etkisi…
    Nasıl âşık olduğunu düşünmez Rüheyma. Olmuştu işte, oluvermişti.

    “Aşk, bir orospuyu azize, bir azizeyi orospu yapar. Ve her ikisi de anlamaz âşıkken ne olduklarını.” İşte Rüheyma için, aşkın ilk başlarında en güzel aşk yorumuydu bu. Hayatının tüm alışkanlıklarından kurtaran, kanıksamış olduğu her türlü duygu durumunu savuran, onu hep kurduğu cümleleri kurmaktan uzaklaştıran bir şeydi onun için aşk. Oysa şimdi Rüheyma, anlıyor aşkın bir ego yarışından ibaret olduğunu. Yıkıcı ya da yapıcı olabileceğini… Aşk, Rüheyma için yıkıcı oldu.

    Düşündükçe soluğu kesilir Rüheyma’nın. Sert kabuğunu kıran derin bakışlar… Yanaktaki gamze… Parmak boğumlarındaki esmer kıllar… Sert eller… Göğüs kıllarının kokusu… Parfüm; vanilya ve baharat karışımı o mest eden koku… Kaşındaki çocukluktan kalma yara izi… Dokunduğunda tüm vücudunda akan elektrik… Kadınlığının en kuytu yerinde beliren ıslaklık… Her öpüşte tenine yayılan sıcaklık ve cenneti başka yerde aramama hissi… Cennetin, önünde sere serpe uzanması, ona dokunmak… Göğsüne yattığında okşadığı saçlar… Bir çocuğu sever gibi, saf… Şiir gibi…

    Sevdi ama terk edildi Rüheyma. Beraberliğin, aşktan sonra olacağına inanmıştı. Oysa aşk, en tehlikeli sulara sürükleyen, sessiz bir akıntıydı. Bunu şimdi anlıyor Rüheyma. Onu acıyla beraber bıraktı.
    Ve hayatını böyle kapalı yaşayan bir insanın arkadaşlıklarında cömert olduğuna inanamazsınız. Bu sebeple kimseye bir şey anlatamıyor Rüheyma. İçinde uyanan bu boşluk ve değersizlik hissiyle kalakalmak, işte en çok bu tarif edebiliyor onu.

    Rüheyma güne, kaybettiği aşkının acısıyla başlıyor artık. Yataktan kalmayı reddederek kafasında savaşıyor kendisiyle. Sıkılıyor da kalkıyor o yataktan. Zorla alıyor duşunu, kahvaltısını etmiyor. Bir işi var ama çalışıyor mu derseniz, sadece sayıları topluyor ona göre. Yaptığı muhasebe işinde hata yapmaktan korkan bir insandı, şimdiyse hiçbir şeyden korkmuyor. Korkmak da değil bu, umursamıyor. Gün geçiveriyor ona göre. Akşamın birden gelivermesine de alıştı artık. İşinden çıkıp çevresine bakmadan, akan hayatı görmeden doğru evine geliyor. Yediği yemekte artık bir özen de yok. Sağlıklı beslenme konusundaki takıntıları da onu terk etti. Son kullanma tarihlerine dikkat eden insan titizliği ve kendinde olma farkındalığından da uzak artık. Verilen bir şeyi sorgulamadan sepete atar gibi her şeye razı bir hayat yaşıyor o artık.
    Tüm bu işler sonrasında kendini oyalamaya başlıyor Rüheyma. Durup dururken buzdolabını temizlemek, bu söylenenlerden sonra titizlik olarak yorumlanabilir mi? Ya da bulaşık selesinin tellerini tek tek ovmak? Televizyon açıkken uykuya dalmak için kendini zorlamak?
    Uyuyamıyor Rüheyma. Hep “Neden?” diye soruyor. “Neden?”le başlayan cümleler kuruyor kafasında. Bir o soruyor, sonra onun yerine geçip kendisi cevap veriyor, cevap arıyor sorduğu sorulara. Kafasından geçenleri unutmak, biraz olsun sakinlemek için derin derin on nefes alıp, her nefes verişte bir sıkıntıyı atmaya çalışıyor da içinden, unuttuğunu sanıp birkaç dakika sonra aynı cümleleri tekrarlarken buluyor kendini; “Neden?”
    Ve Rüheyma artık, sabah uyandığından gözlerinin altında oluşan uykusuz gecelerin izlerini görmüyor aynaya baktığında. Rüheyma, hayatı artık sadece bir gün olarak yaşıyor. İçi acıyor.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Çivi Albümler - 1: PJ Harvey / White Chalk

    İçimde bir ses var. Onu anlayamıyorum. Elveda diyormuş bana. Ve tüm her şeyine… Sana… Çok sonra anlıyorum; ... gibi oluyorum.

    İçimdeki sesi, seslerle susturmaya çalıştığım gece… Bu gece. Müzikli şiirlere ihtiyacım var. Müziğe anlam katan sözlere, sözleri anlamlı kılan melodilere… İşte bu nedenle, “çivi çiviyi söker” tadında hayatıma anlam katan albümler listesi yapmaya karar verdim.


         1- The Devil
         2- Dear Darkness
         3- Grow Grow Grow
         4- When Under Ether
         5- White Chalk
         6- Broken Harp
         7- Silence
         8- To Talk To You
         9- The Piano
         10- Before Departure
         11- The Mountain
    




    PJ Harvey. Arıza. Bu kadın, tek kelimeyle bir arıza. En deneysel albümü olan White Chalk, bir lirik gözyaşı çığlığı. Kısa kısa on bir şarkı… Melodisi kuvvetli ve histerik bir müptela soundu. Çivi çiviyi söküyor, evet. Bu albüm, çivi albümler sıralamamda bir numara. Albümden seçtiğim parça, şuanki durumuma en uygun olan “Before Departure”. Tüm ruh sızılarına...



16 Ocak 2011 Pazar

Nasihat - 2

    Kendini biraz serbest bırak bakalım, sakince bir düşün. Evet, geçmiş çok da iyi bir geçmiş olarak bakmıyor sana, istediğin sen olamadın. Peki, yaşadıkların neydi? Onları sen yaratmadın mı? Sen istemedin mi olmalarını? Sen istemedin mi olmadığın her şeyi olmayı? Bu nedenle biraz sakin ol ve kendini suçlamayı bırak; geçmişle hesaplaşmayı da. Sadece unutmaman gereken bir şey var ki o da, sen ne kadar geçmişin gün yüzüne çıkmasını engellemek istesen, konuşulmasını her ne kadar istemesen de bunları konuşan, sana hatırlatan birileri olacak. Sakin ol sadece ve bu tür konuşmaları bir tebessümle karşıla. Yaptıkların sadece kendine kötülüğü getirdi, başkalarına bir zararın yok. Bu nedenle dudaklarındaki tebessümü bozma.

    Şimdi düşün ve kafanın içinde sıkışıp kalan seni çıkar ortaya. Bir dene bakalım, ne olacak? Şimdiye kadar arzuladığın sen olamadığın için üzdün kendini ama ne çabuk unuttun ki arzular, onları denemedikçe çok zararlıdırlar. Şimdi rahat bırak kendini ve düşünme hiçbir şeyi. Düşünürsen hata yapmaya başlayacaksın. Bu nedenle, kafanda sıkışmış kalmış olan senin yapmak istediği ilk şeyi yap; o her neyse. İstediğini yarat kendinden. Bir dene bakalım. Şuanki sen, çok sıkkın kendinden.

   Ama biliyor musun ki, sen yine de hep sevdin kendini.

14 Ocak 2011 Cuma

Kendinle Kalırsın


    Biliyor musunuz? Bazı insanlar, insanı kendine kilitler. Ve siz öylece kalıverirsiniz. O duyguda yaşamanın da zor olduğunu biliriniz, değil mi?

Kal!

- "Bazen sıkılırsın, bazen bunalırsın hayattan."
- "Biliyorum, ben böyleyim."
- "Yeter ki iste, sakın korkma hayattan."
- "Farkındayım, seninleyim."

Atiye feat. Teoman - Kal

13 Ocak 2011 Perşembe

Nasihat - 1

    Biliyor musun, ruhun acı çekmeyi terk etmeyecek. Unutamayacaksın da birçok şeyi. Bu nedenle sen yavaş yavaş yok edeceksin kendini. Kendini yok etmemek için birilerine saldırıyorsun ya hani sürekli, işte sen başkalarını değil, başkalarında kendini yok ediyorsun. En ihtiyacın olduğu zamanlarda duymak istediğin sesler neden o telefonlara cevap vermiyor sanıyorsun. Sevilmiyorsun çünkü sevilmene izin vermiyorsun. Arızalı ruhlar gibisin, hayatındaki tüm güzellikleri kendine yakıştırmıyor, içinde uyanan garip bir hisle güzel olan tüm şeyleri bozuyor, böylece kendini daha yakın hissediyorsun her şeye.

    Yapma! Kendine yapma!

    “Barışmak” nedir, bilir misin? Sen barışmak ister misin kendinle? Aynaya bak. Gözlerine çok az bak ama. Çünkü gözlerine baktıkça, bakmaktan vazgeçeceksin. Sadece aynaya bak. Öylece bak. Vücuduna bak, dudağına bak, kaşına bak, ellerine bak, sonra bir de ellerine bak aynada. Ara ara bak gözlerine. Gözlerinden ruhunu görebilecek misin?

    Sevmişti o seni. İşte ilk bunu göreceksin. Sonra ona yaptıklarını göreceksin içinde beliren onun yüzüne ait anıların ardından. Üzüleceksin. Üzülüyorsun zaten ama daha üzüleceksin, zaten bunu sen de biliyorsun. O nedenle... Boşver!

    Bazı şeyleri hak ettiğini düşünüyor musun? İşte bunu düşün sen aslında. Bırak bu düşünceden kaçmak için kafanda dolanan diğerlerini. Sen yine de üzülme ama…

11 Ocak 2011 Salı

Dibin Dibi. Yok!

    Sabah, uyanır uyanmaz ilk iş bir sigara yakan insanın hayat konusundaki memnuniyetsizliğinde samimi olduğuna inanınız. O sigaraya midesinin öğürmesini kendi iç huzursuzluğuyla bastırmaya çalışır o, kendini cezalandırır gibi… O acıyla bir yandan, “Hani sağlıklı olmak için uyanır uyanmaz önce bir bardak ılık su içecektim?” diye düşünür o aslında ama… Neyse!

    Duş al! Kahvaltı et! Bunlar boş telkinlerdir onun için. Sabah mutlu uyanması gerektiğini bilir ama neden mutsuz uyandığını bilmek istemez. İstese bilecektir aslında. Bilmek için istemek gerekmez mi? Bilir de işin gerçeği ama…

    Bazı insanlar memnuniyetsizlikleriyle yarışır. Ta dibe kadar… Ama şu bir gerçektir ki, dibin dibi yoktur. Bu yarış sonsuz bir şekilde devam ederse, düşüşün bitmediğini, kendisinin bittiğini görecektir o kişi. O zaman pişmanlık çoğu şeyi geri getirmek için yeterli mi? Hayır.


    Uyanmalıyım. Beynimi bu sonsuz ve dipsiz çelişkilerden arındırmalıyım. Mahcubiyet duygusuyla yetiştirilmiş evlat kimliğimden soyunmalıyım. Yok olmayı çoktan terk ettim ben; yok olmaya çalıştıkça farklı kimlikler büründüler üzerime. Onları da çıkardım ve attım. Peki, çıplak mıyım? Hayır. Aynada gördüğüm “şey” delik deşik bir suret. O surete bakınca gülümsedim ben. Kendimi sever gibi… İlk kez ve samimi… İçimde uyanan güç! Sen gerçek misin? Bir aldatmaca mı bu suretteki yaralar? Yıkılmazlık hissi! Şimdi sen mi bürüyorsun tüm bedenimi, ruhumu,    b    o    ş    l    u    k    larımı? Yaraya merhem gibi… Hafiflemek gibi… Derin iç sancılar sonrası ağlayıp soluğu kesen iç çekişlerle göğsüme yayılan huzur gibi… Nisan yağmurları gibi… Dibin dibi! Yok! Sen varsın. Ben varım. Bırak süzülmeyi. Bırak!

9 Ocak 2011 Pazar

Beni Gör, Beni Sev, Beni Affet

    I. "Beni Gör."

    Biliyorum. Beni görmüyor. Görmeyecek de ama ben yine de... Şey! Aslında görsün istiyorum. Yani ben öyle, sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi, sanki onu görmemişim gibi - her ne yapıyorsam artık - onun gözünün önünden salınıp geçmek istiyorum. Uzun uzun orada durmama gerek yok; beni görüp hüzünlenmesi için yarım dakika bile ruhuma iyi gelecektir. Ama... Bilmiyorum. Beni görünce kafasını kaldırıp bir daha bakar mı? Hüzünlenir mi? İstediğim gibi...

    Sanmam. Görmeyecek. Çünkü görürse bana yenilecek. Ben de görmemiştim onu, görmek istememiştim. Bu nedenle sessiz bir inatla, o küçümseyici bakışlarla bana bakacak beni görürse. Oysa ben o gözlere bakarken "Özledim seni. Ah, sen ne aptalsın! Beni terk etmeyecektin. Benden kaçtın ama ben seni özlüyorum hala," bakışlarını görmekte gecikmeyeceğim. İşte buna üzüleceğim ben. Hata yaptığımı hatırlayacağım için üzüleceğim. Bir insanın en büyük hatası olduğumu anlayacağım için üzüleceğim. Bunu bana söylediğini hatırladığıma üzüleceğim. Sürekli bir şeyleri yanlış yapıyorum duygusundan kurtulmaya çalışırken, bunu başaramadığımı bana hatırlattığı için üzüleceğim. O nedenle hemen çıkmalıyım buradan.

    Sevgili kasiyer hanım. Bu kıyafetleri almıyorum. Çünkü dükkanın tam karşısında oturan şu bey var ya, hani şu arkadaşlarıyla sohbet eden, gülerken gamzesi oluşuyor hani, bak, gördün mü? Hıh! İşte onun beni görmemesi lazım. Hayır, ayırmayın da. Bugün buraya dönmem tekrar. Şey! Lanet olsun aşığım hala. Anladınız beni değil mi? Biliyorum, anlamadınız. Onu sevdim ama onu terk ettim. Yani, nasıl anlatsam? Anlatamam da... Epey zor anlatması. Yok! Ben hemen çıkmalıyım buradan. Hatta beni görmüşse ve buraya gelip beni sorarsa... Aman! Ne diyorum ben!



    II. "Beni Sev."

    Hemen uzaklaştım oradan. Alış-veriş merkezinin otoparkında arabamı buldum ama binemedim. Daha da uzaklaşmam lazımdı, ben gidemedim. Bir sigara yaktım ve tüm yaşanmışlıkları içime çektim de bir nefesle içimden savurduğum duman gibi anılarımı savuramadım içimden. Savurduğum sigara dumanı havada salınırken, kafamdan geçen tüm soyut sözlere bir fon oldu. Ben o cümleleri harf harf gördüm.

    Bu anı kollamıştım hep. Beni görsün ve üzülsün istemiştim. Ben gördüm ve ben üzüldüm. Oysa onun hiçbir şeyden haberi yok. Ne iyi değil mi? Yadırgadığın şeyle sınanmak mıdır bunun adı? Ya da ava giderken avlanmak... Bir şiirden bir dize geliyor aklıma: "Ona kötü bir şey olsun istedim. Beni sevsin istedim." Böyle bir inatlaşma mıydı benimki?

    Neden kaçmıştım? Bu konuyu düşünmek istemiyorum. Düşünürsem daha kötü hissedeceğim. Bu düşünceden de kaçıp, sonraya bırakıyorum bu konuyu. Şimdi sakin olmalıyım. Hayatımda bir davranış bozukluğu yaratan, okuduğum ilk kitap olan "Çalıkuşu" ve Reşat Nuri Güntekin! Ah, ah! Sevgilerimi yolluyorum sadece!



    III. "Beni Affet"

    Düşündüm. Düşündükçe düşündüklerimin yoğunluğundan düşünemedim. Dördüncü sigaramı bitirdiğimde halen daha otoparkta, arabamın yanında dikilmekteydim. Ne yapmalıydım?

    Gökyüzündeki bulutlar! Bir kadın alış-veriş torbalarını arabanın bagajına yerleştiriyor. Annesinin elinden tutan pembeli kız ağlıyor, oyun havuzuna dönmek istiyor. Arkamdan biri arabanın içinden "Çıkıyor musunuz?" diye soruyor, park yeri arıyor. Cevap vermiyorum. Sigaramı çekiyorum, kafamın üzerinde dans eden tüm düşünceleri içime çeker gibi soluksuz, uzun. 
    Zaman geçti epey. Ona bir mesaj yazmaya karar veriyorum.

    "Uzun bir sessizlikten sonra bu mesajı yazmamı garip karşılayabilirsin; haklısın. Sadece şunu söylemek istedim: Seninle yıl başı akşamı yapmış olduğumuz o garip konuşmayla ikimiz de bir şeylerin yolunda gitmediğini ve sonrasında birbirimizi bir daha aramayacağımızı anlamıştık; en azından sen böyle hissetmişsindir. Beraber paylaştığımız anlar boyunca seni yanıltmadım fakat sana tam açık olmadım da, biliyorum. Bu nedenle garip ruh hallerim, sürekli kendimi geri çeken tavırlarım sebebiyle seni de incittiğimin farkındayım. En son konuşmamızdan sonra beni aramak istemeyeceğinin, beni görmek istemeyeceğinin de farkındaydım; bunu hissettim, çünkü buna sebep oldum. Fakat kendi açımdan baktığımda hep seni aramak, senden özür dilemek ve sana olanı anlatmak istedim; tüm korkularımı, özlemimi ve tüm çelişkilerimle kendimi. Fakat hep bir ketum hisle susmayı tercih ettim. Çünkü o garip hislerim beni terk etmedi. Azaldılar fakat halen daha saçmalamam konusunda son sürat yarışıyorlar ve mantığıma da ket vuruyorlar. 

    Bu mesajı yazdığım süre zarfında seni düşündükçe içim sızladı ve kendime acıdım. Zavalılığıma ve tutarsızlığıma, kendini benden koruyacak duruma seni sokmama...

    Bu mesajla niyetim bir şeylerin tekrar başlamasını sağlamak değil. Sadece şunu söylemek istedim, seni arayarak sana söylemeye çekindiğim... Özür dilerim tüm saçmalıklarım için... Sana sade olamadığım için... Kendi hayatımın ve benliğimin tek düzeliğiyle senin de hayatına olumsuzluklar getirdiğim için... Son konuşmanın garipliğini üzerimden atmak için... Sen böyle düşünmesen bile, seni düşündükçe yolunda ve doğru giden bir şeyi berbat etmenin hissettirdiği bu suçluluk duygusundan kurtulmak için... Üzdüğüm ve bu nedenle af dilemek için... Niyetim sadece bu! Beni affet."



    IV. "Beni Görme, Beni Sevme De. Ama Beni Affet."

    Cesaret, ne kâdim bir aynadır. Bakarsın da görür müsün? İşte o gösteren bir aynadır; seni ve tüm kaçışlarını. Zaten görmek, başlı başına cesaret işi değil midir?

    Mesela, sana bu mesajı yollamalı mıyım? O kâdim aynaya bakmalı mıyım? Beni görmeni istemeli miyim? Bu cesareti senden beklemeye hakkım var mı? Görürsen beni, kıracak mısın suretinden bir iz gibi kalanı?

    Hayır! Beni görme, beni sevme de artık. Sadece içinden geçiyorsam eğer, beni affet. O nedenle az önce sana yazdığım mesajı siliyorum. Beni görmeni, seni gördüğümü bilmeni istemiyorum. Kırk iki dakikadır yanında dikildiğim arabama binip hayatından uzaklaşıyorum. Ama sen yine de affet! Beni görme. Ben de seni görmek istemiyorum.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Kayıp, Keskin, Kırılgan Karanlık

    Siyah. Kara. Hüzün ve içinden doğan umudun ihtişamı. Kırılgan cam hislerin üzerinde ışıldayan bir pırıltı gibi umut. Bir ses; camdan keskin ve karanlık. Aynı zamanda bir o kadar şeffaf… Çünkü o sesin aksettiği yaşanmışlıklar karanlık ve keskin. Ve bir o kadar cam… Cam bir ayna… Bakınca kendinizi, en çıplak halinizle görmemeniz imkansız.


    Bir şeyi özlemek, onu özlediğini dolaylı dile getirmek ama özlenen nedir, işte onu başkalarının hayatına, tüm yaşanmışlıkları yeniden döller gibi hücrelerin en soğuk ve yalnız yerlerine serpiştirmek; anormal bir özensizlikle… Olduğu gibi…

    Kaybolan, bir bilinmezlikte yolalırken bilir misiniz ki ne hikayeler dinler, anlatır. “Kaybolup gidiyorsun.” Kayboldukça aslında kendine yaklaşıyorsun da, bunu görüyor musun?


    “Hep aynı sessizlikle geliyor gece.” Yarım kalan cümleler gibi buruk bir sesin doğduğu yer, o insanın kalbidir, dili değil. İşte Cem Adrian, o sessiz gelen gecedir ve o gecenin içinde bir ışık yakar. Biz tüm kayıp çocuklar, o ışıkta yolumuzu buluruz. Isınmayan ellerimizi sarmalasın ki yüreğimiz ısınsın isteriz. Çünkü kayıp çocuklar, cennetten de kovulmuş çocuklardır; savrulurlar. Yalandan uzak kaldıkları için mutsuzdurlar, kendilerine yalan söylemeyecek kadar cesur ve keskindirler. Ve Cem Adrian, tüm kayıp çocukların hayatının bir soundtrack’idir; dile gelen…


3 Ocak 2011 Pazartesi

Tanrı’yla Sohbet - 2

    İnsanlar bunalımda, heyhat Tanrım! Bir insan hata dolu geçmişinden nasıl kurtulabilir? Bana bunun yolunu gösterebilir misin?

    Tanrım! Kullarının hali nedir, görebiliyor musun? İsyan etmiyorum, bu bir başkaldırı da değil sana; asla! Mutlaka görüyorsundur. Fakat senin gördüğünü sandığım şeyleri ben de görebiliyorsam, buna yürek nasıl dayansın?

    Tanrım! Her sıkıştığında sana yalvarıyor ya bu kulların, bundan memnun musun? Emirlerinde hep affedici olduğunu buyurmuşsun ama kullarının her sıkıştıklarında seni hatırlamaları biraz da iyi gün dostluğu olmuyor mu? Oysa sadece kötü günlerinde değil, iyi günlerinde de insanlar sana şükretmeli, değil mi? Sanırım öyle de buyurdun.

    Mesela, onca yoksulluk varken insanlara adaletini nasıl dağıtıyorsun? İnsanların başlarına gelen çoğu şey, yaptıkları şeylerin sonucu mu gerçekten? Hani buyurmuşsun ya, “İnsan, yadırgadığı şeyle sınanır,” diye, ondan soruyorum. Öyle olması da gerekir sanırım; hoş, bana pek söz düşmez ama…

    İnsan ne yaparsa kendine yapıyor; iyiyi de, kötüyü de… Peki Tanrım! Sen kullarını “beter” olanla sınıyor musun? Daha öncesinde, bu soruyu sormaya hakkım var mı? Senin işine karışmak gibisinden bir soru ya da bunun nedenini anlamaya çalışmakla sence ben hala doğru yolda mıyım? Affet ama Tanrım, düşündükçe yokluğunu görüyorum sanki. Sen, düşündükçe bilinmeyen olansın. Oysa bir yandan da hissedebiliyorum seni, içimde… Parçası olduğum bir gücün varlığını hissediyorum da işte ona “sen” diyorum. Doğru mu hissediyorum?

    Senin kuramına göre vicdan, büyük bir erdem. Tanrım! Sana kullarını şikayet ediyorum. Bu dünyada vicdan yok. İnsanlar vicdanlarından vazgeçmişler. Onlar hakkında sen hüküm vereceksin ama onların bu vicdansızlıkları sebebiyle mağdur olan diğer kullarının durumunu nasıl halledeceksin?

    Vicdanım bana ağır geliyor, birçok şeyle yüzleşiyorum bu aralar, farkındasındır. Burnu büyüklük yaptığımı sanma. İyi bir insan olup olmadığıma yine sen karar vereceksin; öyle buyurdun ya… Ama Tanrım! Kullarının acizliğine nasıl dayanmalıyım? Kendime nasıl dayanmalıyım?

    Tüm kulların senden bahsediyor. Hatta senin adına egemenlik kurmaya çalışanlar bile var, bunu da biliyorsun. Yoksa haberinin olmadığı şeylerden bahsettiğimi düşünmüyorum. Kullarını sana ispiyon etmiyorum da… Kimi varlığından ve yüceliğinden, kimiyse yokluğundan ve hiçliğinden bahsediyor. Kullarının sana böyle sıfatlar yüklemeleri ve senin adına kararlar vermesi karşısında sen ne hissediyorsun? Mesela, olmadığın bir sıfata insanların seni büründürmeleri karşısında, haksızlığa uğramış insanların kendilerini savunmak istercesine canhıraç feryatları gibi sinirlenip, canın yanıyor mu? Üzülüyor musun mesela? Bunları düşünmek ve sana sormakla iyi mi ediyorum?

    Tanrım! Sana yalvarmak istiyorum. Sana sığınmak istiyorum. Ama bunu yaparsam, ne yaparsam yapayım beni affetmeyeceğini düşünüyorum. Sen yine de “Sığın, yalvar,” diyeceksin. Bunu istemiştin ve hala istiyorsun kullarından, değil mi? Peki sonra senin varlığını unutursam ne yaparım? Onu o zaman düşünmeliyim, değil mi? Ya da senin unutup unutmamak da benim elimde, değil mi? Aslında önce ben kendimi affetmeliyim, değil mi?

    Hani sen bir şeyler istiyorsun ya kullarından; bana itaat edin, emirlerime uyun gibi, işte insanlar bunları yanlış yorumluyor sanki. Bence yanlış anlaşılıyorsun Tanrım, bir imaj sorunu var.

    “Yaratmak, sonsuz bir oyun.” Bu cümleyi anlam bakımından doğru mu kurdum? Yaratmak, bir tek sana mı özgü? Sen parçaların, yani kulların yaratamazlar mı? Hepimiz birer sen parçası isek, yaratıcılığından da bir şey kapmış olmamız gerekmez mi? Hani bazıları, “İnsan yaratamaz, zaten Allah yaratmıştır,” diyor ya, ondan sordum.

    Yazıyı bitirmek zorundayım Tanrım. Fani sorumluluklarım var, biliyorsun. Ama seninle sohbet etmek güzel Tanrım. Seni seviyorum, bunu da biliyorsun değil mi?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...