20 Aralık 2011 Salı

İçimde Bir Şey...

copyright all right reserved © Türker Âkif
    İçimde bir şeyler savruluyor, bir yanım. Diğer yanım bir şeylere sımsıkı bağlı, sımsıkı muhafazakar; sabit. Direğe bağlı bayrak misali dalgalanıyorum. Ya da bir deli rüzgara iki mandalla direnen çamaşır ipine gerilmiş bir nevresim... Öyle işte...


15 Aralık 2011 Perşembe

Valiz

    Bir valizde yaşıyorum; oradan oraya misali. Bazen bir havalimanından yanlışlıkla başka ülkelere gitsem diyorum, olmuyor. Bazen fermuarım patlıyor, içimdekiler saçılıyor etrafa, işte o zaman kendimi zor toparlıyorum.
copyright all right reserved © Türker Âkif

6 Aralık 2011 Salı

Benim İçin Önemlisin

    Senin için neyim, bu umurumda değil. Sadece bir çılgınlık anı uzadı. Elimde kalan sen haricindeki sana dair çok şeydi; ben onlarla konuştum.

    O zamanlar senin için neydim; bunu düşünmemişim. Çok sonra koydu sensizlik. Evet, garip bir cümle gibi gelebilir az önceki ama tam tamına öyle; "koydu". Bendeki her şeye bir şeyler koydu. Derdim bindi, binbir oldu. Mutluğum hiçti, bir fazlayla suretinden kalana sarıldım. Mutluluğumla bir defterin oldu. O defterin sayfalarındasın.

    İçimdeki fırtına dinip de alaboradan kurtulmuş bir gemi güvertesi gerginliğiyle içime oturuverdin. Bir deniz kenarındaydım ve o kış günü, sahile vuran dalgalarda görüverdim seni. Anladığımda artık çok geçti. O deniz kenarımdaki halim, ah o anki ben; daha da yalnızlaştım.
    Göstermeden sevenlerdenim; çok. Kırılan kalbime baktıkça gülümseyebilenlerdenim. Kırık bir kalbe bakarkense yapay gülümseyenlerden. Çoğu zaman içlenirim çünkü ben.
    Şimdi anlıyorum hissettikçe sendeki hiçliğimi, yeni yeni anlıyorum sendeki beni.

    Biliyor musun, ben çok kaçtım kendimden. İnsanlar bana "cesursun" derdi, bense kendime "kaçık" derdim. En çok bu halimle sevebiliyordum kendimi, kendimin farkında olmadan, o vakitler. Bir yerlerden kaçmak ve kaçıklık arasındaki o ince çizgiye gelirsen eğer birgün, bir selam borcun var bana.

    Gevelemekten ibaret tüm cümlelerimin özü, sadece boyutsuz bir sevgiye dönüşen bendeki sensin. Benim için önemlisin. Çok üzme kendini. Artık ben de üzmüyorum kendimi ve kimseyi.

24 Kasım 2011 Perşembe

Bazen Dokunur İnsan Kendine

Elin, kimi zaman diğer elini tutmaz olur. 
Kendi elini tuttuğunda hissettiğin duyguyu hatırla. Hatırlayamadıysan tut şimdi.
İlkin bir soğukluk geçiyor bir elinden diğerine.
Sonra anlıyorsun o soğukluk kendinden...
Seni soğuk bırakan tüm her şeyden...
Soğukluk ya da her neyse!
Kendini bir kere hissedince insan dokunuyor daha da kendine.
Bir sıkıcı gecede, hiçbir şeyi yapmak istemediğin bir gecede, bir yatakta dokunurken buluveyiyorsun kendini kendine.
Bir zamanlar sevdiğin seninle uzanıyordu o yatakta. Uzanmıştır mutlaka.
Ve yüzünü okşamıştır sakin sakin. Okşamıştır, okşamıştır! Sen hatırlamıyorsundur.
Ve duru duru yüzünün haritasını çıkarmıştır.
Çıkarmıştır, çıkarmıştır!
Ya sen hatırlamıyorsundur ya da hiç farkında olmamışsındır.
Bazen dokunur insan kendine; fazla gelir.
Bozuk süt, çiğ yumurta...
gibi...
Bir mide sancısı gibi okşar aslında tenini seni yarım bırakan o anlamsız hatıra.
Her hatıra anlamlıdır aslında.
Bir elin dokundu diğer eline.
Sonra okşadılar yüzünü, sanki yabancı bir ten okşasın istedin. 
Bir yabancı teni hayal ettikçe kendine en yabancı bırakan seni keşfettin mi?
O yabancı, içindeki sen, ara ara sana fısıldayan o deli saçmalık kimin adını fısıldıyor şimdi sana?
Bedenini okşayan eller hala senin.
Ama o ellere sahip olan sen, sen değilsin artık.
O, okşasın isterdin.
İşte önce sana kendini en tanıdık, senden bir parça hissetiren o, şimdi yabancılaştırıyor seni sana.
Önce ona dair her şeyi aklında tutmak istiyorsun. Onunlayken her ânın gelmiyor da aklına, o birden kaybolunca anlayıveriyorsun o en aptal, en gereksiz an parçasının aslında bir yaşantıdan ibaret olduğunu.
Sonra bir suskunluk başlıyor. Belki kederleniyorsun da ama insan önce bu anılarda kendini değil, onu oturtuyor yaşamanın anlamına.
Bir acı saplanıyor insana, işte o yaşam kıyaslamasında, değer algısında.
Bir o yana, bir bu yana.
Ellerinden hissettiğin kadar yayılıyor vücudundan akan... Adı her neyse...
Bir çılgınlık ânı!
Bir çığlık denmez buna; histeria değil çünkü.
Alarm? Sinyal?
Hayır!
Bir konuşma.
Vücudun sana konuşuyor, sakin ol ve anla!
"Şimdi"desin aslında,
ama aklın hep geçmiş bir zamanda.
Vücudun konuşmaya başladığında aklın susuyor ya,
geçmiş hep susar,
sen onu konuşturursun şimdiki zamanda.
Hemen sus!
Yaşandı, geçti.
BİTTİ!
Dolu dolu olan kalbin, vücudunu doldurdu. Parmakların bir boşluğu okşamadılar o yanındayken,
o vakitler.
Şimdi kendini okşarken aradığın aslında sensin. O yanındayken, mutlu olan sen.
Onu okşarken de aradığın şeydi,
ondaki sen!
BİTTİ!
Bir şeyler bitiverdi!
Basit mantık: "Devam etmesi gerekseydi, bitmezdi."
*
O oluyor insan bir süre sonra.
Sende bıraktığı kendinden izleri okşarken her şey yavaş yavaş oturuyor yerli yerine,
ona ait bulduğun izler dönüşüveriyor şimdiki sana.
Ve bunu hissedip de sakince diyebiliyorsan kendine gülücüklü bir MERHABA,
gülmeye devam et,
gerçekten BİTTİ.
"Şimdi" de merhaba diyor sana.



3 Kasım 2011 Perşembe

Hamileymiş!

    Ne zamandır görüşmüyorduk. Buluşur buluşmaz, o alışılagelmiş gerginliğinin yok olduğunu fark ettim. Rahatlamış gibiydi sanki ve gülümsemesinden, onu sevindiren, rahatlatan şey ne ise sanki birazdan ben de onu duyacakmışım izlenimine kapıldım. Duydum da…
    Anlatmaya başladı.
  
  “Uzun süredir adet görmüyordum. Yaşım da hayli olunca menapoz zamanı geldi dedim içimden. Doktora gittim. Doktor, duymaya hazır olduğum cevabı vermedi bana, bir de kadın doğum uzmanımıza danışsanız iyi olur, demekle yetindi. Kadın doğum uzmanına gittiğimde biraz heyecanlanmış ve cevabı az çok tahmin etmiştim.”
    İşte tam burada sustu ve ona bir şey sormamı ya da bir şey söylememi bekledi. Ne bir şey sordum, ne de bir şey söyledim.
    “Rahmimde gebelik kesesi oluşmuş! … Hamileyim!”
    
    Sustum. Yüzümde bir gülümseme belirdi ama. Ama sonra o gülümseme canımı acıttı.

    “Anladım ki, sen ne plan yaparsan yap, hayatın hep başka bir planı var.” dedi sonra.
    “Evet,” dedim, “Öyle.”
    “Oğlumuza bir kardeş geliyor.”
    "......"
    Gülümsüyordu hala. Bense, o yapay gülümsememle karşısında içimin acısını örtelemeye çalışıyordum.
    Eski karımdı. Bir başkasından hamile, oğlumuza bir kardeşe gebe, eski karım.
    Sustum. Acımı anladı.
    

29 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Garip Cumartesi

Ayna, ayna! Bari sen söylenme bana.
    Bir garip Cumartesi...
    Boşluk hissi...
    Hiçbir şey yapamayacak kadar parasız bir Cumartesi... Abartmayayım; bir gazete, bir paket sigara ve 5 litrelik bir su alabilecek kadar bir Cumartesi. Ertesi güne ve sonraki günlere de parasız "günaydın" diyecek bir Cumartesi. Hezeyan bir Cumartesi...
    Bana, sahip olduğum şeylerin birer hiçten ibaret olduğunu ve yeni başlangıçları çağrıştıran bir Cumartesi.
    Yalnız bir Cumartesi...
    Bu Cumartesi, içimdeki tüm kötü sesler açığa çıkıyor. Bense o sesi sakinleştirmek için eylemsizliği seçiyorum; seçtim de...

    Değersizliğimi, sahip olmadıklarımla ölçmeye başladı içimden bir ses. Hemen aksi, bunun yanlış olduğunu söyledi beynim; sahip olduğum şeyleri ve değerimi hatırlatmaya çalıştı bana... Söylemeliyim ki, ses daha inatçıydı.

    Tüm bunların aksine, beni yine yazmaya iten bir Cumartesi...

26 Ağustos 2011 Cuma

Sevgi,"Basitçe" Nasıl Kaybedilir?

Bir sevgi "basitçe" nasıl kaybedilir, biliyor musunuz;

Ona olduğun gibi görünmek yerine olmak istediğin gibi görünerek
ve
onu olduğu gibi görmek yerine olmasını istediğin gibi görerek!
Sevgiye temel "güven"i zedele önce;
bu kadar basit!
Başarılar (!)

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bardağın Boş Tarafı Hep Boş

    İçime düşen bir atom bombası kadar sakin bir patlamayla havalandı her şey. Şimdi tüm anılar havada.
    Mesela; "kavuşmak" kelimesi hep olumlu anlamlandırılır ama aslında kavuşmak ya tek taraflıysa?

    Her birimiz buluşmalarda anılarımızı da sürükleriz peşimizden. İki tarafın da birbirini özlemesi ve görmek için sabırsızlığı "kavuşmak" kelimesinin olumlu anlamıdır. Peki, bir taraf ya hep buruksa? Kavuşmak, onun için öfke nöbetlerini tekrar duyumsamasıysa?
    İşte böyle. "Seni çok özledim ben," dedi bana. Oysa ben "Seni, senin beni özlediğin kadar özlemedim," diyemedim. Diyemezdim ki. Görüşmek de lâzımdı. O nedenle kendimi zorladım.

    Bu kavuşmada bir tek o özlem dolu olacak. Oysa ben bir an evvel ardıma bakmadan oradan uzaklaşmak istesem de, bunu yapacak gücü de kendimde bulamayacağım. Kendimi onun kavuşma özlemine bırakacağım. Beni özlediğini belli etmesine izin vermeli, daha önceki buluşmalarda olduğu gibi bu kavuşmaları bir öfke nöbetiyle harmanlayıp sessiz bir derde ve kötü yaşanmışlığa bırakmamalıydım. Fakat şimdi anlıyorum ki, insanlar kendilerine verilen sözleri unutuyorlar da, kendilerine hissettirilen duyguları unutamıyorlar.

    Tedirgin olacak ilkin. Beni gördüğü için sevinecek ama tedirgin olacak. İçten içe yine ona karşı sesimi yükselteceğimden korkacak, biliyorum. Fakat bu defa ben kendime çokça sözler verdim. Bu sefer onun açısından "kavuşma" olarak nitelendirdiği varlığımı, onun duygularında bozmayacağım.

    Öfke nöbetleri nasıl geliyor, biliyor musunuz? Hayal kırıklıklarıyla...
    Ona baktıkça gittikçe yiten hayatını görüyorum ben. Ve aslında şımarık çocukluğumdaki onu özlüyorum aslında ben. Çocukluğumun şımarık beni onu şimdi hayat karşısında böyle ezik ve itilmiş gördükçe kabul edemiyor ve huysuzluklarına başlıyor. Oysa her çocuk gibi o da seviyor annesini, hep sevdiği annesini arıyor karşısında; onu görmek istiyor. Fakat zaman, her bedeni çürüttüğü gibi bazen ruhları da sessizleştiriyor.

    Annemin gözlerine baktıkça içimdeki acıyı görüyorum ben. Acıyı gördükçe hiddetim ve şiddetim bundan, içimin acımasından. Başkasına acımanın çok büyük bir terbiyesizlik olduğunu, merhamet denen şeyin büyük bir iki yüzlülük, büyük bir samimiyetsizlik olduğunu öğretti bana hayat. Ben onun hayatına değil, kendi hayatıma acıyorum artık. Hayatım, canımı acıtıyor. Fakat şimdi artık kendime de acımıyorum.

    Bu sabah ilk defa yalnız evimde sesli sesli konuştuğumu fark ettim. Aynaya bakan kendim bir şeyler söyledi suretteki kendime. Ben o anda delirmekten korktum. Yavaş yavaş delirir çünkü insan. Kendi kendine konuşup akıllarını kaybetmiş sokak insanları geldi aklıma ve onlardan birine dönüşeceğim korkusuyla irkildim. İçimdeki acıyla sesli sesli ağlamaya başladım.
    Bu buluşmayı ertelemek için sudan bahaneler aradım, zihnim kabul etmedi bu bahaneleri. Derin bir nefes alarak iç çekişlerimi bastırdım ve ona gitmeye karar verdim. Gitmeliydim, başka ne yapabilirdim ki!

    İçimizdeki kimliklerden bakıyoruz hayata. Hangi kimlik hâkim, hangisinin penceresinden bakıyoruz hayata?
    İçimdeki çocuk hala altı yaşında. Şimdi onu kapalı kaldığı o yerden çıkarıp, diğer Türker'lerle tanıştırıyorum. Sevgi dolu bir şekilde "Bak, sen neler yaptın, ne hale geldin," diye onunla konuşsam da o her Türker'le kavgaya başlıyor hemen. İşte bu kavgaların sesleri, uyutmuyor beni.

    Şimdi ben, bu yaşımda olabildiğim kadar beni tekrar ve tekrar tanımaya çalışıyorum. Öfke nöbetleri bundan. Her birinin farklı istekleri, hayal kırıklıkları var. Bunlara rağmen bir karar aldılar. Anneleriyle buluşacaklar. Annelerinin, onlara kavuşmalarına izin verecekler. Ve bir söz daha verdiler hep beraber. Bu hayatı, Türker'e zehretmeyecekler.
    İçimdeki benler ve kendim, şimdi mutluluğu arıyoruz. Öfke patlamalarını artık duymak istemiyoruz.


16 Mayıs 2011 Pazartesi

Acıtır

    Bir şeyler can acıtır. Acıtır. Acıdır. Can acısı acıtır.

    Öyle işte, doğrudur bu. Anlayamadığın şeyler beynine takılı kancadır. Acıtır. Can acıtır.

    Önce midende bir sıkıntı hissedersin. Bu sıkıntı güne huzursuz bir başlangıçla gelir. Bu sıkıntı tüm anılarla gelir. Ve sen her ne kadar kendine telkin versen de... Acıtır işte. Öyle bu.

    Acıyor. Karşımdaki adam onunla bir iş görüşmesi yaptığımı zannediyor. İçimdeki kimliklerden biri beni yönetiyor ve işimde ne kadar da iyi olduğumdan bahsediyor ona. Oysa içimde birinin canı acıyor.

    Tüm kimliklerim tek vücudu paylaşıyor. Midemdeki sancıyı her biri hissediyor. Hissettikçe kovanı bozulmuş arılar gibi vızıldayarak kaçmak istiyorlar ama yine içime çarpıyorlar. Duruyorlar.

    Ve acıtıyor.

    Can, acıtıyor. Çünkü acıyor. Acıyor ve acıtıyor.

    Her şey geçmeye başlıyor zihninden. Mesela, ben aslında âşık olmak istemedim ki! Ne müthiş bir yalan söyledim, değil mi? Burnum uzadı.

    Bugün canım acıyor, beni de acıtıyor.

    Öyle işte. Böyledir bu işler. Hangi işler?

    Can acısı içine içine işler.

    Acıtır.


27 Nisan 2011 Çarşamba

Yağmur

    Adımlar...
    Düşünmeden yapılan bu eylemde atılan bir adım sonrası kaldırımda sağlam yerleşmemiş taşın altına birikmiş yağmur suyu paçama sıçrayınca anladım adım attığımı fakat bu sefer doğru zemine basmadığımı. Tam boğazımdan dişlerimin ardına gelen incelikli güzel bir küfürü yuttum o anda. Ama sanki etrafımdaki tüm insanlar o küfürü duymuş gibi bir utançla, daha da hızlanarak yürüdüm.
    Sonra insanın kendi iç konuşmalarının vücuduna hareket verdiğini anladım.
    Aslında insanlar o küfürü duymadılar. Ben sağlam oturmayan taşa bastıktan ve saçaklar altına sığınan insanlar gibi o taşın altına biriken yağmur sularının paçama sıçramasından sonra hızlandığımda insanlar bu hareketimin altında yatan öfkeyi gördüler ve benim kızgınlığımı fark ettiler. Ve işte dişlerimin arasına çektiğim küfürü duymadılarsa da küfür ettiğimi biliyorlardı.
    Yağmur...
    Adımlar yağmurda zordur. Tek düze ve doğru istikamette adım attırmaz yağmur. Karşıdan gelen her insan yağmur sularının paçalarına ya da üstlerine hücum etmesinden muzdarip, bunu önleme gayretiyle buz üstünde yürür gibi hareket ettikçe; e, üstelik yağan yağmurdan yüzler, başlar, bakışlar hep öndeyse, yolda yürüyenlerden kaçacak bir sağ ya da sol arıyor insan. Bu zikzaklar eşliğinde yürürken hangi müzik hareketlerin dili olabilir?
    Pantolon paçası arkasına, ayakkabı uçlarına yapışan çamur damlaları bir resim midir?

    Ve yağmur, beraberinde pusu getirir. Pus kokulu cümleler yağmur damlalarıyla insanın içine akar.
  
    Otobüs camındaki buğu...
    İçerideki kapalı gri...
    İnsan beynindeki düşünce işte en çok böyle zamanlarda rahatlıkla okunabilir. Ne hikmetse herkes bir sessizlik halindedir. Çünkü yağmur, insanların eylemlerini ortaya çıkarmakta ustadır. Herkes, ondan kaçmak için çaba halinde, bir işi ustalıkla yaparkenki suskunluk halindedir.

    Yağmur damlaları buluttan kaçtı, toprağa kavuştu. Ve biz insanlar onlardan kaçtık ve evlerimize kavuştuk hep beraber.


19 Nisan 2011 Salı

Polyanna Süt Kuzusundan Güne Dair

    Çok partili demokrasinin ilgasından sonra çok kanallı demokrasiye şükredesim geldi. Evet blogger, bugün hayattan bunu öğrendim. En azından izlemek istemediğim kişiyi özgürce zappingleyebiliyorum. Ya tek kanallı demokrasi olsaydık? Ama tek partili demokrasi geliyor sevgili blogger. Haydi çav! Sütümü de içicem, söz. Küçük bir süt kuzusuyum. Büyüyünce koyun olmak istiyorum. Başka çarem yok blogger, cıkcıklama hemen, aa!


14 Nisan 2011 Perşembe

Amy Winehouse Konseri Üzerine...

    Amy Winehouse 20 Haziran'da İstanbul'da bir konser verecek, malumunuz; duymayan kalmadı. Haberin duyulmasıyla sevinirken, konser bileti fiyatlarının oldukça fahiş bir bedelde olması herkesin sevincini kursağında bıraktı. Şimdi kalkıp da "Değer ama!" falan demeyin; en azından ben diyemiyorum.
    İnternette şöyle kısacık bir araştırma yaptığınızda Amy Winehouse'un yurt dışı konser bileti fiyatlarının, ülkemizde Babylon'da sahne alan yerel bir sanatçının, hatta uluslararası bir sanatçının bilet fiyatından farkı olmadığını göreceksiniz. Bir de tanıtımında şunu demişler: "Gelmiş, geçmiş en iyi ses." Breh, breh, breh! Bak sen şu işe!
    Doğrudur, Amy Winehouse'un sesi güzeldir ve sesi, şarkıları ve konsept itibariyle hepimizde modern nostaljiler yaratmıştır. Ama benim sinir olduğum bir husus var ki, ben kafayı buna taktım ve bu düşünceden kendimi kurtaramıyorum. O da şudur:
    Amy Winehouse "Back To Black" albümüyle büyük bir çıkış yaptı ve denyo tutumları sebebiyle magazinin de malzemesi olmaktan kaçamadı. O.K. Evet bu hırçın kıza cici bici pin-up girl imajı zaten yakışmazdı; o, bu haliyle daha bir sevilir, daha bir farklı oldu gözümüzde. Fakat şu apaçıktır ki, o muhteşem albüm sonrası Amy Winehouse istikrarını devam ettiremedi. Eğer istikrarını devam ettirebilseydi, müzik sektörü pazarlamasında o başarılı bir albüm ardından başka bir başarılı albüm daha çıkarırdı ortaya, ki müzik pazarlamasında bu çok önemli bir husustur. Fakat özel hayatındaki dengesizliklerden olacak ki, işi de sarmallaştı ve yapımcılarıyla büyük sorunlar yaşadı. Demem o ki, bence Amy Winehouse geliyor diye sevinmek boşuna. Ben buna olumlu bir pencereden bakamıyorum. Eğer biz güçlü bir ülke olabilseydik, Amy Winehouse'u, Back To Black albümünün en parladığı zamanlarda bu ülkeye konsere getirtebilirdik.
    Çok iyi hatırlıyorum. Tori Amos, jazz konseri kapsamında İstanbul'a ilk konserine geldiğinde kraliçeler gibi karşılandı ve herkes akın etti konsere. Oysa Tori Amos'un popülerliği azalmaktaydı ve aslında biz o konseri, şimdiye kadar kat ettiği kariyeri ve bizde yarattığı ulaşılmazlık hissiyle izledik. Fakat sonra Tori Amos tekrar ve tekrar konsere geldi. O zaman konserlerin ne kadar sönük geçtiğini, o ulaşılmazlık hissinin aslında ne kadar yapay bir yanılsama olduğunu anlayıverdik.
    Elbette ülkemizin yeni yeni yurt dışında tanınmaya başlamasının, şimdiye kadar üzerine büründürülen kötü imajından sıyrılmasının da bu tür büyük sanatçıların buraya gelmesinde etkisi var, yok değil. Ama ben üçüncü dünya ülkesi olarak anılan bu ülkenin sanatçılarının yurt dışındaki bilmem kimin taklidi olarak anılmayı kendine gururlu bir şekilde yakıştırmasından ve bununla apaçık övünmelerinden, bu ülkede kliplerin bile bilmem kimden çakma olmasından apaçık sıkıldım ve -sözde var olan- müzik piyasamızı acıyla izliyorum. Ve bu nedenle reddediyorum. Orjinal olan neyse, ona yöneliyorum. O nedenle ben çok az Türk Müziği dinleyebiliyorum.
    Bu anlattığım örneğin de Amy Winehouse konseri konusundaki düşüncemden farkı yok. Zamanında iyi iş çıkarmış ama popülerliği azalan sanatçıları al, iki süsle püsle, sonra getir bu ülkeye ve hatta abart da abart, bilet fiyatlarını normal ederinden beşe ona katla, sonra ne, "Amy Winehouse'u Türkiye'ye getirdik." !!!!!! Vay, vay, vay!
    Iron Maiden, Metallica, U2 da tam son dönemlerinde konsere gelmediler mi bu ülkeye? Kör alıcıyız ne de olsa. Şimdiye kadar hep kasetlerinden, çekme cdlerinden dinlediğimiz sanatçılar ülkemize geliyor diye bir hevesle gittik o konserlere ve bu hevesle izledik, çok ses çıkaramadık. Yani, bulduğumuzla yetindik. Ben sıkıldım artık bu ülkenin her türlü sömürülmesinden, sömürtülmesinden. Sıkıysa tam şuanda Madonna'yı, Lady GaGa'yı getirin!

    (Ayh! İki çemkirdim, rahatladım.)

Kendimi Görebildiğim Kadarım


Ne eksiğim, ne fazla, 
Kendimi görebildiğim kadarım. 

28 Mart 2011 Pazartesi

Nasihat - 4: Yalnızlığa Alışmak

    Yalnızlığa alışmak diye bir şey yoktur. Yalnızlığını yaratan insanlar vardır. Küsmemek lazım hayata. Sensin üzen kendini. Bugün aynaya baktın ve gülümsedin ya, bunu hatırla. Bu bile yeter bugünü kurtarmaya.

12 Mart 2011 Cumartesi

Bloguma Dokunma! Bildirisi

    Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.

    Bizler; Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izlemekteyiz.

    5846’nci no’lu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV yayını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamaların, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil; IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır. Böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış olmasıdır.

    İlgili kanunun esnekliğini ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hâlâ göz yummaktadır?

    Kaldı ki bu korsan yayınları yapan kişiler, teknik bilgileri yüksek olduğundan bu yasaktan etkilenmemektedir. Tam tersine bu sansür, tek amacı blog tutmak olan internet kullanıcılarını etkilemektedir.

    Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarını ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.


    Tüm Blogger’lar adına

    Bloguma Dokunma

9 Mart 2011 Çarşamba

Ben Harikalar Diyarı'ndan Lale. Kafama Kurşun Sıktım, Lanet Olsun!

    Sigarayı severim. Arkadaşlarım çok içtiğimi söyleseler de içerim, bırakamam; kendime yakıştırırım. Öyle film aktrislerine özenmişliğim de yoktur. İçerim çünkü çok konuşmam. İnsanlar arasında konuşmadan oturmaktansa yine konuşmadan sessiz ve kendimle yapabileceğim tek harekettir bu. O nedenle bu konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok; severim işte...

    Ben Harikalar Diyarı'ndan Lale. Şimdi hemencecik öyle şu Harikalar Diyarı'nı Alice kaltağının aptal bir tavşanı izlerken girdiği delikten düşüp de kendini bulduğu o abidik gubidik saçma sapan yer sanmayın. Harikalar Diyarı, sürekli takıldığım barın adıdır.
    İş çıkışı eve gitmemek için inat eden tiplerdenim. Buraya gelmeden, iki içki içmeden benim randımanım düzgün çalışmıyor bebeğim. Gene geldim işte bu lanet yere ve yine aynı lanet yere oturdum; barda ayna karşısında bir sandalye tepesinde ağzımdaki sigaradan çıkan dumanların ardından buğulu gözlerime, kendime bakıyorum. Şu barmen Recai anlayışlı çocuktur aslında, anlatsam dinler ama şimdiye kadar çok şey de anlatmadım ya, yine anlatmaya lüzum yok. Aynadan gözlerime bakıp konuşuyorum ben. Dertliyim bu gece, gözlerime anlatacağım ben.
    Lanet olsun, âşık oldum. Ne güzel sevişiyorduk. Hani öyle sıkıcı tiplerden de değildi. Sevişirdik, giderdi. Ya da bazen ben giderdim, o kalırdı. Bu durumda anlayacağınız üzere bazen o bana gelirdi, bazense ben ona giderdim. Yani işte... Aman! Sıkıldım!
    Yok yok! Ne kadar gözlerimi kaçırsam da kendimden içimden konuşmalar devam ediyor. O nedenle bebeğim, en iyisi fazla drama yapmaya gerek yok. Olduğu gibi anlatayım.
    34 yaşında bir kadınım ve erkeklerle flört dönemlerim lisede kaldı bebeğim. Üniversitede bile erkek arkadaşlarımdan kaçtım. Sıkıldım canım ya, ben gelemem öyle bir erkeğin romantik hallerine. Zaten ben de romantik momantik falan değilimdir; zorlasam da olamam. Ben konuşmam bebeğim, ya da gerektiğince konuşurum. İşim de buna müsait. Tek yapmam gereken sistem yenileme. Yaptığım tek şey, kodlar ve bir sistemin onarımı. Kısaca, aletin başında durup olanı biteni izlemek. Ben lisedeyken karar verdim Bilgisayar Mühendisi olmaya. Neyse! Şimdi kalkıp burada kariyer öykümü anlatacak değilim. Zaten çok salakça bir şey, inanın.
    Bir süredir spor salonundan tanıdığım bir adamla seks muhabbetindeydim. Muhabbet derken de anlamışsınızdır, öyle seks konuşmuyorduk bebeğim, bir fiil icrasındaydık. İşte bu aganigi durumları devam ederken adam bana "Karımdan ayrılıyorum," dedi. Ay, biliyor musunuz bu ne feci bir durumdur. Yani adamın karısından ayrılması ve ayrılığın bu zorlu süreci değil, adamın bunu bana söylemesini ve benim içine düştüğüm durumdan bahsediyorum. Bunu bana söylediğinde üçüncü orgazmı yaşamıştık, yatakta öylece uzanıyorduk. Ben tavandaki abajurun kristallerini sayıyordum; bir tanesi eksikti. Tam bu esnada birden söyleyiverdi. Zaten konuşmuyordum, bu sefer nefesimin sesini de duyamadım; öylece kalakaldım. Şimdi ne denir bu adama? "Ah canım! Çok üzüldüm," desem olmaz; "Aa! Neden?" diye sorsam yakışık almaz, sonuçta adam karısını benle aldatıyor, hiçbir şey demedim. Bunun üzerine tekrar beni öpmeye çalıştı ama ben hemen yataktan kalktım ve duşa girdim. Arkama bakmadım ama eminim ne olduğunu anlamamış bir halde bana bakmıştır.
    Ne mi oldu? Lanet olsun adama âşık oldum. Hem de o lafı söyledikten sonra. Ah şu hormonlar! Evli erkekler kadınlara çekici gelir denir, ben karısından ayrılmaya karar veren bir erkeğe, tam o sahipsiz kalacağı anda âşık oldum, iyi mi? Lanet olsun! Neden oldu bu? Şimdiye kadar ne güzel sevişiyorduk. Seksini sevsem de bu memnuniyet hiçbir şekilde ona seks dışında bir ilgim olduğu anlamına gelmiyordu. Ya da ben mi öyle sanıyordum? Aslında evet, bir kaç defa onunla evli olan ben olsaydım ne olurdu diye düşünmüşlüğüm vardır. Ama öyle çok ayrıntısına girmedim bu düşüncenin. Onunla evli olsaydım ve beni aldatsaydı, beni aldattığı kadın da şuan evli olduğu kadın olsaydı düşüncesine gelince düşünmeyi bırakıveriyordum. Of! Lanet olsun tekrar. Düşünmek istemiyorum artık.
    Onun evindeydim. Duş alırken en salakça şeyi yaptım ve onun duş jeliyle yıkandım. Şimdi bile koku geliyor burnuma. Ay hiç böyle romans hallerine gelemem, neden yaptım ki bunu? Neden böyle hissediyorum ben? Lanet olsun!

    - "Lale Hanım, bir tane daha?"
    - "Doldur Reco. Bu sefer alkolü fazla olsun."

3 Mart 2011 Perşembe

Takip, Anılarda...

    Bugünün kerameti nedir diye güne başladım. Senden kendime çok iz aradım da bulduğum izlerde bile sadece anıların vardı, sen yoktun.
    Gün çabucak geçmişti. Tüm günüm dışarıda geçmişti. Yapılması gereken işler ve bir sürü prosedürden sonra kendimi deniz kenarında, kalkmak üzere olan bir vapura bakarken buldum. Biliyor musun, ben bu şehre yerleştiğimden beridir vapura binmedim. Oysa severim vapurları. İhtiyacım olmadı belki de. Neyse! Konu bu değil.
    Kalkmak üzere olan vapura bakarken birkaç sigara içtim. Vapur kalktı. Öyle iskele önünde bekleyip de el sallayan insanlar falan yoktu. Böyle bir kurgu yaparak da bu yazıya gereğinden fazla bayık bir romantizm de katmayacağım ama asıl romantizmin en manyak halini, vapur iskelesinden ayrılıp da bankadan para çekerken yaşadım.
    Bankadan para çekmiş ve paraları cüzdanıma yerleştiriyordum. Kafamı sağa çevirmemle o kalabalık arasından çok tanıdık bir yüz gördüm. Yanımdan geçip de gidene kadar ona baktım, kafam onun hareketi doğrultusunda omuzlarım üzerinde döndü. Ve ben ondan aksi yönde ilerlerken o yüzün kim olduğu, aslında kim olabileceği ihtimali bir anda canlandı kafamda. Babandı; sanırım... Her türlü ihtimali göze aldım ve yürüdüğüm yönü bırakıp, o yüzü takip etmeye başladım.
    Önümde yürüyen adamı kaybetmemek için onunla aramda bir mesafe korumaya çalışarak yürüdüm peşinden. Baban mıydı sahiden, bilemiyordum. Hemen bir tahmin yürüttüm inceden. Eğer bu senin baban idiyse, mutlaka evine gidecekti. Evine doğru bir yola girdiğinde anlayabilirdim onun baban olduğunu. Ve eğer gerçekten babansa ve evine kadar onu takip edeceksem, varacağım yer benim için çok zor olacaktı. O evde seninle geçirdiğim her anı, senin bana bıraktığın her yaşanmışlık kafamda bir resmi geçide başlayacaktı.
    Yürüdüm. Peşinden, anıların peşinden yürüdüm. Yaptığım bu çılgınca şeyi kesmek istememe rağmen, aklıma söz geçiremeden yürüdüm.
    Biliyor musun, baban yürürken ana caddelerden dolaşmak yerine ara sokaklara dalıp da yürüyenlerden. Sen de geniş meydanlara sahip olan bu şehirde beni o meydanlardan birinde tek başıma bırakıp da kendi çocukça mazeretlerinin ara sokaklarına girmedin mi? İşte, babanı izlerken senden bulduğum bir anı; bana bıraktığın bir anı.
    Baban önümde yürüyordu. Yürürken çevresine çok sık bakıyordu. Bir an onu takip ettiğimi fark edecek diye çok korktum. Bunu fark edecek ve bana neden onu takip ettiğimi soracak diye yüreğim ağzıma geldi.
    Babanı izlerken onun yürüyüş temposundan, vücut salınımlarından sevişme ritmimize aktım ben. Bana dokunduğunda vücudumda uyanan her hisle daha çok sana gelirdi beden... Bedenim... Kendim...
    Baban ne hızlı yürüyor. Bunu fark ettiğimde seninle deniz kenarında yaptığımız bir yürüyüşte bana "Hızlı yürümen güzel. Seninle her şeyimiz uyum içinde," demen aklıma geldi.
    Ara sokaklardan yürürken baban bir işportacının önünde durdu çok kısa birkaç saniye, sonra yürümeye devam etti. O işportacının önünden geçerken ben de durdum ve ne satılıyor baktım. Çocuklar için bir sürü yap-boz vardı, renkli renkli. En başta bir küçük kız ve küçük çocuğun çimenlerde oturmuş resmi vardı. Kız, elinde bir demet çiçek tutuyordu. Biliyor musun? O resim içimi sızlattı.
    Şimdi baban karşıdan karşıya geçecek. Tam o kaldırım kenarına varıp da karşıya geçmeye başlarken yayalar için kırmızı ışık yandı. Ona yetişmek için koştum ve kendimi hemen yola attım, arabalar henüz hızlanmamıştı ama harekete geçmişlerdi. Bir korna sesi yükseldi ama bana mıydı, bakmadım. O korna sesine baban kafasını çevirdi. Tam arkasındaydım ve beni fark etmesin diye sanki telefonla konuşuyor muşum gibi yaptım.

    Evet, kesinlikle babandı bu adam. Evine çok yakındık. Attığı her adım evine doğruydu. Bir ara baban bir arkadaşını gördü yolda. Ne yapacağımı bilemedim o an. Yanından yürüdüm, geçtim. Biraz ilerleyince onu görebileceğim bir mesafeden arkadaşıyla konuşan babanı izlemeye başladım. Bir sigara içimlik bir zamandan sonra baban arkadaşıyla vedalaştı ve yürümeye başladı. Yanımdan geçerken tekrar, bana baktı göz ucuyla ama ben yine telefonla konuşuyormuşum gibi yapıp onun biraz uzaklaşmasını bekledim. Ve tekrar... Onu takip etmeye başladım.
    Bu takip esnasında böyle hastalıklı bağımlılıkları çok geçmişte bıraktığımı sanırdım. Ama aşk işte... İnsana hiç tahmin edemeyeceği ne çok şey yaptırıyor.
    Evinin sokağına gelmiştik. Baban tam önümdeydi. Hemen karşı kaldırıma geçtim. Aramızdan arabalar akıp gitmekteydi. Evinin sokağında, baban bir kaldırımda, ben diğer kaldırımda... O kaldırımdan uğurlamıştım seni, kendimce... Neyse!
    Tam evine yakın bir yerde, babanın eve girdiğini görebileceğim kadar bir mesafede takibi bıraktım. Bir duvara dayandım ve bir sigara yaktım. Sırtımı dayadığım duvar sarmaşıklarla kaplıymış, kendimi duvara bırakınca anladım. Baban yürüdü, evine girdi. Ben öylece, o duvara dayanmış halde kalakaldım. Aklımdan ne çok şey geçti, ne çok anı; iç acıtan...
    Gidemedim. Sanki ayağım bağlanmış gibi... Gerisi yok, gidemedim...
    Sahi, sen gittin ya, mutlu musun orada?

2 Mart 2011 Çarşamba

Bloguma Dokunma


  
    Nazire Şenlendirici repliğiyle söyleyeceğim şudur: "Allah belanızı versin!"

28 Şubat 2011 Pazartesi

Sence Ne Yapsam?

    Onu biraz dışarı çıkarmak istedim. Zaten o da benden bunu isteyecekmiş.
    Söylemek istediklerini açıkça söylemeyen, bir şey söylemek istediğini gözleriyle belli eden erkeklerdendir Soysal. Anlaşılmak ister o, kendini anlatmak istemez.
    “Bir kahve için buluşalım,” dedi, “Sohbet ederiz, ayrı kaldık bir müddet.” Telefondaki sesinden anlamıştım bu defa bir şey anlatmak isteyeceğini. Muhtemelen ben yine havadan sudan konuşacağım, o beni dinleyip kendi içindeki kargaşayı yatıştırdığında anlatmaya başlayacaktı.

    Buluşmaya gitmeden önce masamın üzerindeki evrakları topladım. Topladım dedimse de, hepsini özensizce üst üste koyup bir kütle halinde kitaplıktaki bir rafa koyuverdim. Daha zamanım vardı aslında ama şu kahve için buluşmayı kendime bir bahane ederek çıktım hemen ofisten. Aslında hiç sevmem ben kahve içmeyi. Fakat kahve işte, çeşitli anlamlar yüklemişiz.         
    Dışarıda hafif bir yağmur vardı. Ofise dönüp şemsiye alabilirdim. İstemedim. Biraz olsun ıslanmak belki daha iyi hissettirirdi beni. Severdim böyle ıslak ıslak sinsi yağmurları. Böyle hafif yağmurlar altında yürürken omuzlarımdaki yağmur damlası izlerine bakmak bana huzur verir. Yağmurla gelen bu ıslak kokuyu, nemi, ıslandıkça saçlarımdan dağılan şampuan kokusunu severim; ballı ve baharatlı…
    Yağmur yağarken insanlar başları önlerine eğik, koşar adım yürürler, fark eder misiniz? Oysa ben yağmur yağmasa da öyle yürürüm. Yani hep başım önde, ayakkabılarımın ucundaki çamur izlerine bakarak... Ve bunu fark ettiğimdeyse annemin alaycı “Yerde bir şey mi arıyorsun? Ne kaybettin?” sözünü hatırlarım. Daha sonra dik durmaya çalışırım ve etrafıma bakarak yürümeye zorlarım kendimi ama yine yere bakarak yürürken yakalayıveririm kendimi. Bu nedenle ben, gezi seyahatlerinin en işe yaramaz üyesiyimdir. Gezi arkadaşımın “Ne güzel yerler buraları,” demesiyle kafamı yerden kaldırır ve şöyle bir bakıveririm etrafıma. Gördüğüm şeye şaşırmamak, daha güzelini görmüş olmamdan değil, ilgimin olmamasından kaynaklanır. O gezilerdeki kayıp elemanımdır; en etkisizinden...

    Buluşma yerimize vardığımda oturacak bir yer aradım ilkin. Kahveyi sevmiyorum, bari bu yağmura rağmen sigara içmeme karışmasa. O nedenle dışarıda bir yerler bakınıyorum. Derken telefonum çalıyor. Arayan o. "Dışarıda ne aranıyorsun? İçeri gel." Tüh! Meğer benden önce gelmiş.
    İki selam, hal hatır sormadan sonra ben, her zaman olduğu gibi havadan sudan konuştum. Konuşmalarıma oldukça mizah kattım ve onu güldürdüm. Tahminen bir saate yakın sadece ben konuşmuşumdur. Öyle olur hep çünkü. Yıllar boyunca arkadaşlık ilişkimizde ben şımarık kardeş, o dengeyi kuran otoriter abi gibidir. Aslında evet, bir abim olsaydı, onun Soysal olmasını isterdim. Çünkü ben abi olmayı beceremeyen, aksine kardeşinin ablalık yaptığı yaramaz çocuk gibiyim.

   Epey iyiyce saçmalayıp güldükten sonra bir sessizlik oldu. Asıl konuya gelme zamanı. Şimdi onun anlatma zamanı.


    "Ya Türker. Ben evden ayrıldım. Selin'le biz artık anlaşamıyoruz, zaten biliyorsundur. Ben artık onunla aynı evde olmaya dayanamıyorum. Çok saçma korkular edindi. Mesela, yatarken yatak odasının kapısını kilitleyerek uyuyor. Hırsız girmesin diyeymiş. Daha önce hırsızlık olayı gibi bir şey de başına gelmemiş. Yersiz korkular. Biraz rahatlayalım diye geçen yaz hep beraber Foça'ya tatile gittik, sen de geldin, biliyorsun. Hatırlıyor musun, orada neler yapmıştı? En temiz koya millet balıklama dalarken Selin girmem de girmem diye inat etmişti. Neymiş, balıklar onu ısıracakmış. Sonra araba hikayesini de hatırlarsın. Araba kullanamazmış, çünkü zamanında falcı bir kadın ona, "Bana bak, sakın araba kullanma. Araba kullanırsan sen feci kaza yapacaksın." demiş. Artık bazı davranışlarına akıl sır erdiremiyorum Türker ben. 
    En son, annesine bir şey olacak korkusu başladı. Tuttu ısrar üstüne ısrarla Eskişehir'den getirtti kayınvalideyi. Kadın da anladı bir durum olduğunu. Konuştuk annesiyle. Psikolojisinin iyi olmadığından şüphelendiğimi söyledim. Kadın ilk önce biraz bana kızdı, kabul edemedi söylediklerimi. Fakat bizde kaldığı o müddet boyunca o da anladı kızında garip bir şeyler olduğunu. Ne dedi, biliyor musun? "Sen bizim kıza ne yaptın?" Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. 
    Onu bir doktora götürdüm. Zor ikna ettim de götürdüm. Doktorun odasında avazı çıktığı kadar bağırmaz mı! Resmen rezil olduk hastaneye. Büyük olasılıkla şizofreni olabileceğini söyledi doktor. Ama korkularının üzerine gitmek gerekiyormuş ilkin. Tedaviyi kabul etse bizim hatun, anlayacağız ne olduğunu ama sakin durmuyor ki."

    Şaşırdığımı söyledim.

    "Haklısın. Aramızda bazı sorunlar olduğunu biliyordunuz zaten ama küçük anlaşamamazlıklar vardı sanıyordunuz, değil mi? Yok değildi dostum. İşte olay tamtamına buydu. Artık bir karı-koca gibi değiliz. Bu sebepler yüzünden her şey bitti; yatak bitti, beraber yemek yemek bitti, gezmek dolaşmak bitti... Ama buna rağmen onu kollamak istedim hep. Ona destek olacağıma dair evlilik sözü verdim; bırakmak bana yakışır mıydı?"


    Uzun bir sessizlik oldu aramızda. "Gel, dışarı çıkalım. Bana da bir sigara ver," dedi. Dışarı çıktık.
    Ne söylemeliydim, bilemedim. Ve ne söylemem gerektiğini bilemediğimi ona da söyledim. Tekrar anlatmaya başladı.

    "Sana evi terk ettim demiştim ya, aslında evi terk etmedim. Ben eve geldiğimde valizimi hazırlamış; şuan arabada. Onu öldüreceğim korkusunu edinmiş bu sefer."

    Uzun, upuzun, şaşkınlıkla dolu bir suskunluk...

    "Türker! Sence ne yapsam?"


    O gece çok sigara içtik.

Trendy Bir Kızın Farazi Hikayesi

    Onunla Aksaray-Taksim arasındaki dolmuşlardan birinde karşılaşmıştım. Arkadaşımdı fakat uzun bir müddettir görüşmüyorduk. Bir küskünlük yoktu. Sadece birbirimizi arayıp buluşma, beraber zaman geçirme ihtiyacı hissetmiyorduk. Sanırım arkadaşlık değil de tanıdık olmakla ifade edilebilir aramızdaki ilişki. Çünkü bu kızla aramdaki arkadaşlık ilişkisi, beraber vakit geçirme duygusundan ve memnuniyetinden uzaktı. Başka arkadaşların yanında ya da başka arkadaşlar üzerinden ilişki kurulabilen bir arkadaştı. Ya da onun açısından ben öyle bir insandım. Yanında bir başkası yoksa benimle iletişime geçemiyordu belki de. Yine de severdim onu. Kendine özgü tavırları, aslında gündemindeki konuları bizi her ne kadar ilgilendirmese de, onun bahsettiği şeylerle hafif dalga geçmek ya da o bizden ayrıldıktan sonra ufak ufak dedikodusunu yapmak hoşumuza giderdi.
    O dönemler hepimiz öğrenci olmamıza rağmen, o kız sanki hiç öğrenci değilmiş gibi davranırdı. Dönemin; bırakın dönemi, hatta sezonun tüm modasını bu arkadaşımızın üzerinde görürdük anında. Maddi olanaklar bakımından oldukça cömert bir ailenin tek kızıydı. Her kadın gibi onun da ciddi bir ayakkabı takıntısı vardı. Ayakkabıları öncelikliydi. Odasında duvarın önünde dizilmiş ayakkabı kutularının tavana kadar yükseldiğini gördüğümüzde bir arkadaşım kulağıma eğilerek "Bizim kız Sindrella kontenjanını kimseye kaptırmak istemiyor anlaşılan," diye fısıldamış, daha sonra da kahkahadan patlamamak için dudaklarımızı sımsıkı kapamaya çalışmıştık. Suratlarımız kıpkırmızı...
    Bu kız sevimliydi aslında. O genç yaşına rağmen ağır renklerle dolu kıyafetleri giymekten çekinmez, pembe ve tonlarından oldukça uzak durmaya çalışır, sevimli kız imajına bürünmezdi. Oysa bizce ruhu toz pembeydi.
    Hep bir arabası olsun ister, babası ona araba aldığında bizi nasıl gezdireceğini, nerelerde kahvaltılara gideceğimizin hikayelerini anlatır dururdu.
    Zamanla bağlarımız azaldı. O farklı sularda kulaç atmaya yeltendi. Kendisi söylemedi ama âşık olmuş, öyle duyduk arkadaşlarımızdan. Sonra terk edilmiş. Âşık olan bu kız aşkı bulduğunu sanıp tüm hayatını o erkeğe endekslemiş. Ah şu "Ben sensiz bir hiçim. Tamamen sana aitim." yanılgısı... İnsan bunu bir kere tecrübe edince ağzı yanıyor; sonra veryansın liberte durumları. "Özgürüm ben canım. Sevgilim bana karışamaz."
  
    Onunla dolmuşta karşılaştığımızda ben ona sadece merhaba diyebildim. O ise sanki kötü bir şey yaparken yakalanmış gibi durmaksızın ve bana söz düşmeksizin konuşmaya başladı.
    - "Aa! Selam. Naber? Ya, sorma arabam bugün serviste, ben de işte böyle dolmuşa biniyorum. Kardeşim götürdü servise. Çabuk hallolsa da ben de buralardan kurtulsam. Ee! Okul nasıl?"
    - "Her zamanki gibi. Yani işte sınavlar..."
    - "Ben de bu sene birincilikle mezun olacağım sanırım, biliyor musun? Aysel diye bir kız var. Onunla yarış halindeyiz ama ben geçeceğim onu."
    - "...."
    - "Modellik yapmaya başladığımdan haberin var mıydı? Evet, evet. Neşe Erberk Ajansla görüştüm. Beğendiler epey. İşte geçenlerde fotoğraflarım falan çekildi. Ee, uzun boyluyum ve vücudum da fit ya, çok beğendiler."
    - "Aa! Ne gü...."
    - "Ya, sorma ben de heyecanlıyım. Aslında biliyordum beğeneceklerini. Kendime güveniyorum sonuçta."
    - "Alper ne oldu?"
    - "Aa! Ben sana Alper'i anlatmış mıydım? Ya, anlaşamadık biz onunla. Çok güzel bir spor arabası vardı. Çok da şık giyiniyordu çocuk ama ayrıldık. Ben bir yere kadar dayanabildim ona, ayrıldım sonra dayanamayınca. Ee! Sen de yok mu bir şeyler?"
    - "Şey, aslında benim de bir iliş......"
    - "Ya, biliyor musun, Neşe Erberk Ajansta beni çok beğendiler. Bugün yarın arayacaklar. Bir sanatçının klibinde oynayacakmışım ilk ama kim olduğunu söylemediler. Fotoğraflarımı ve kaydettikleri videoyu yönetmene göstereceklermiş. Bak buna heyecanlanırım işte."
    - "Hangi sanatç......."
    - "Ay valla, türkü, arabesk sanatçısıysa oynamam. Pop müzik sanatçısı olsun, tercihim o."
    - "Umarım senin için güze........"
    - "Aa! Bak, ne çabuk geldik. Hadi canım ben burda iniyorum. İnşallah arabam bugün servisten çıkar da bir daha böyle eziyet çekmem. Baayyy!"
    - "Güle güle."


    Bu arkadaş dolmuştan iner. Telefon ele alınır. En güvenilir kaynak olan samimi bir ortak arkadaş aranır. Aslında kızımızın arabası olmadığı öğrenilir. Ayrıca bir ders sebebiyle okulunun yarım dönem uzayacağı da... Alper'i onun terk ettiği değil, Alper'in onu terk ettiği öğrenilir. Çok heba olmuş kız, çok ağlamış. Neşe Erberk Ajans konusu açıldığında ortak arkadaş bir kahkaha kopartır. O kadar güçlü bir kahkahadır ki, telefon bir müddet kulaktan uzaklaştırılıp, acaba dolmuştakiler duymuş mudur diye şöyle bir etrafa bakılır. Neşe Erberk Ajans'a başvurduğu doğrudur ama neredeyse üç aydır haber beklediği, o beklediği haberin bir türlü gelmediği anlaşılır. Görev memnuniyetle tamamlanmış bir şekilde telefon kapatılır. Bu kızın bu farazi dünyasındaki baş rolüne ne kızılır ne de sitem edilir. Tatlı bir sevecenlikle gülümsenir.

Protesto

Bloglarda, birçok sanal mecrada 
Oscar Ödül Törenleri ve 
kırmızı halıya dair yorumlar, tahminler ve yazılar 
coşmuş durumda. 
Yazmayacağım. 
Ben yazmayacağım. 
Hayır!


27 Şubat 2011 Pazar

İptal

    Facebook'umda öylece duruyor. Görüşmüyoruz artık, mesajlaşmıyoruz da... Gönderilerimize yorum da yapmıyoruz. Onu bırak, gönderilerimizi beğenmiyoruz da... Öylece izliyoruz birbirimizi.
    Yazdığı bazı şeyleri sanki bana bir şey söylemek istiyormuş gibi algılıyorum. Alınganlık değil mi, insanı en hassas yerinden yakalayıveriyor, sanki tüm oklar sana geliyormuş gibi hissediyorsun.
    Mesaj yazmamak için inatlaşıyoruz. Birbirimizle iletişime geçmek istemiyor ama hayatımızda ne olup bittiğini de öğrenmek istiyoruz. Önceden ortak arkadaşlarla olurdu bu işler. Onun hayatında ne olup bittiğini en önemli sır gibi öğrenmek isterdik ortak arkadaşlardan. Şimdi sağ olsun Facebook var. Sessiz sedasız birbirimizi takipteyiz.
  
    Bu zincir kırılsın istedim. Biraz olsun bir iki sohbet edip, etraftan duyduğum şeyleri o bana onaylasın istedim. Mesela, gerçekten de hayatının çok iyi olmadığını söylesin. Bu aralar epey üzücü şeyler yaşadığını söylesin. Bunları etraftan duymakla kalmayayım, o bana söylesin. Hatta yazışma uzun sürsün ve telefonla konuşalım sonrasında. Bir şeyler başlamasın tekrardan; sadece aramızdaki o yıkık yaşanmışlığı yok edip, iki arkadaşa çevirebilsek olayı...

   Biliyor musun? Az önce sana bir mesaj yazmaya çalıştım. Ama koca bir İPTAL duruyordu mesaj kutusunun altında, GÖNDERin yanında. Sen beni GÖNDERdin ya hayatından, ondan İPTAL oldum ben. Ve o nedenle adımı seçtim. İPTAL.

Çivi Albümler - 5: Portishead / Third

    Öncelikle bir hususu belirtmek isterim. E-postama gelen birçok mesajda çivi albümler listemin çok da güncel olmadığına dair yorumlar sebebiyle böyle bir açıklama yapmayı uygun gördüm.
    Belirtmek isterim ki, bu liste gündemi takip eden, yeni çıkan albümleri tanıtan ya da albüm değerlendirmeleri yapan bir liste değildir. Bu liste sadece, dinlemekten hoşlandığım, içimdeki sessizliğe bir ses olan tınılar bütünü; beni bir an da olsa başka yerlere taşıyan, içimde bir huzur yaratan, tüm melodileriyle beynime ve ruhuma akan bir tınılar listesidir. Çivi çiviyi söker mantığı doğrultusunda, içimdeki tüm arıza ya da anlamlandırılamayan karanlıkları seslendiren seslerin listesidir. Liste, tamamen bende yarattıkları duyguya göre şekillenmektedir. Bu nedenle bu listeye dahil ettiğim albümler ve müzisyenler konusunda, onları tanıtıcı bilgiler vermekten oldukça kaçınıyor, onları sadece kendi açımdan, bende uyandırdıkları öznel duygularla yorumlamaya çalışıyorum. Tınılar içime nasıl akıp neler çıkarıyorlar, bunları yazmak istiyorum. Aksini yazacak olsaydım, bir müzik dergisinde ya da bir gazetenin ekinde yeni çıkan albümlerle ilgili yazılar yazar; "Şu albüm çok iyi. Şunu alın.", "Bu albüm çok da iyi olmamış, beğenmedim." gibisinden ahkam keserdim.

    Gelelim Çivi Albümler Listeme dahil ettiğim bu albüme. Portishead - Third

Portished - Third Album Cover
    

  
    1- Silence
    2- Hunter
    3- Nylon Smile
    4- The Rip
    5- Plastic
    6- We Carry On
    7- Deep Water
    8- Machine Gun
    9- Small
    10- Magic Doors
    11- Threads


      

    Bu albümü ilk dinlediğimde beter bir hisle albümü bir kenara atmış, bir dönem popüler olan bunalım şarkılarının tekrar pörtlemesine içten içe kızmıştım. Çünkü siz âşıkken ve aşkınız karşılıklıyken; yani, henüz canım cicim ayları devam ediyorken ve âşık olduğunuz kişiyi düşünmek bile sizi bulutların üzerindeymişçesine sevindiriyorken müzik dinlemek dahi istemezsiniz. Çünkü her şarkıda bir ayrılık, bir hüzün, bir karamsarlık, sevgiliye sitem, sensiz yaşamanın anlamı yok duygusu hakimdir. Hatta şimdiye kadar dinlediğiniz tüm şarkılarda ve sanatçılarda da bu duyguları görürsünüz ve mutluluğunuzu sevdiğiniz sanatçıya tercih eder, hayranı olduğunuz sanatçıları ve albümleri bir kenara atıverirsiniz kolaylıkla. Üzülmezsiniz de. Bir zamanlar hakkında kötü bir şey söylendiğinde kendinizi müdafaa eder gibi savunduğunuz sanatçı birden ne yabancı oluverir!
    İşte ben de tam böyle bir zamanda, bulutların üzerinde dolaşırken bu albümü almıştım. Portishead'di sonuçta. Uzun süredir albüm çıkarmamışlardı ve sadece kendilerine rağmen bu albümü almak lazımdı.
    Albümü dinlemeye başladığımda daha fazla tahammül edememiştim. Bunalım takılmaya gerek yoktu çünkü, bu albüm resmen bir işkence gibiydi. Baştan sona dinlemeden dolabımda bir yere kaldırdım ve uzun bir müddet dinlemedim.
Portishead
    Bulutların üzerinde dolaştığım müddetçe sözlü müzik dinlemekten oldukça uzak durdum. Dediğim gibi her sözde aşkın en yaman halinin, o ayrılık halinin anlatılmasının benim için anlamı yoktu. Sözsüz müzikler en azından sizi, size göre alıp götürüyorlardı bir yere; o müzikler üzerine kurduğunuz senaryolar sadece size aitti.
    Ve ben bulutların üzerinde dolaşırken, bir zaman sonra o bulutlar benim üzerimde dolaşmaya başladı, kapkara... Ayrılık! Aşkın en yaman hali...
    İşte o zaman, bir sessiz gecede dinlemeye başladığım bu albüm, uzun bir süre boyunca dolabımda keşfedilmeyi bekleyen bir derde devâ tınısıymış. Dinlemesi zor olsa da, alıştıkça ruha iyi gelen soundu sayesinde ben kendimi susturabiliyorum.

    Bu albümden seçtiğim parça The Rip.


26 Şubat 2011 Cumartesi

Kısacık, Yokoluşsal Bir Varoluş Hikayesi

Sen artık yoksun, yok oldun.
Bir tek ben varım,
Tek.
Var mı oldum?

"Ayva" ya da "Masumiyet Karinesi: Herkes, Aşkı Tadana Kadar Masumdur"

    -"Herkes, aşkı tadana kadar masumdur."
    -"O zaman şeytanlık yapalım (:"
    -"Mesela; elma diyelim çıksın, armut diyelim dibine düşsün. Yok, şeytanlık yapacaksak en iyisi elma yedirelim. Yediklerinin ayva olduğunun sonradan farkına varsınlar."
    -"Ayvayı yemek istiyorum. (: Bence güzel bir meyve."
    -"Ben çocukken en çok ayvanın üzerindeki tüyleri parmaklarımla kazımayı severdim. Halen daha severim. O zaman ben büyümedim. Nostalji? Ya da beynim hasar gördü, ne dediğimi bilmiyorum."
    -"Evet, ne de tatlı olurdu öyle. Beynin sağlam. Sadece şu an içten içe ayva yemek istiyoruz. Sorun bu."
    -"Elif Şafak'a misilleme "Ayva" diye bir kitap yazıp, kapağını ondan daha pembe yapacağım. Yapmayan n'olsun! Hıh!"
    -"Yapmayan hep ayva yesin. Ayrıca sana biraz ilham verdim. Önsözde ismim geçmezse neler yaparım! Yapmayan n'olsun! Hıh!"
    -"Ayvayı bizzat yediği tecrübeyle sabit sana diye... Olurmu?"
    -"Mu ayrı yalnız :P valla olur neden olmasın?"
    -"Biliyorum, gece gece söyletme beni :) Doğru tuşa basamadım. Düzeltemedim de."
    -"De'yi ayrı yazan biri... Ne kadar özelsin. :D"
    -"Ben, bir şey okurken Türkçe imlâ kurallarına uyulmaması sebebiyle okuduğu şeyden çabucak soğuyan, hatta bu duruma sinir olan biriyim."
    -"Sus, daha fazla söyleme. Yoksa...yoksa...yoksa..."
    -"Haydi uyuyalım. Elma.... Yok, değil. Ayva o, ayva."
    -"Sarılalım."


Rüya: "Tek Boynuzlu At"

    Rüyamda tek boynuzlu bir attım. Bembeyazdım. Toynaklarımı görüyor, onları çimenler üzerinde bir indirip bir kaldırıyordum. Sonra nasıl oluyorsa bakış açım değişiyor, yekpare olarak kendimi görebiliyordum; rüya işte... Bir içte bir dışta misali kâh sadece gözlerimden görebildiğim yerleri görüyor kâh sanki dışarıdan izlermiş gibi kendimi görebiliyordum.
    Bu rüyanın bir hikayesi yok. Uyanıp gözlerimi açtığım o ilk anda bu rüyanın hayrı nedir diye düşündüm. İlk aklıma gelen boynuz oldu. Boynuz mu? Yoksa? O? Yani, o boynuz... Yok canım! Yok, hayır! Yok! ...........................S..............................................U.........................................S...................................K..............................................U...........................N.................................L.................................U...................................K.......................................................................................

24 Şubat 2011 Perşembe

Gereksiz Nedir?

    Bu bloğu sadece düşüncelerim, yazılarım, hissettiklerim ve sair benzer duygu durumlarım için kullanacaktım. Burayı Facebook gibi anında paylaşım mecrasına çevirme gibi bir niyetim yok. Fakat YouTube'da izlediğim bir video birden bu yazıyı yazmama sebep oldu.
    Bir zamandır "gereksiz" kavramıyla cebelleşip duruyor, bu kavram üzerinden kişiler ve nesneler üzerinde kurmuş olduğumuz ilişkileri anlamaya çalışıyor, fakat bir türlü zihnimi toparlayamadığım için istediğim şekilde bir yazı ya da öykü yazamıyordum. İşte bu video, salt bu haliyle "gereksiz olan nedir?" soruma bir cevap oluverdi. Buyrunuz, önce izleyiniz.


    İzlediniz mi? Gereksiz ve tam anlamıyla yeteneksiz. İngilizce aksan sıfır. Şarkı çok gereksiz ve sıfır. Kadın çok gereksiz ve sıfır. Carla Bruni bunu izlediyse, "Hey, Carla! Ben senden daha iyiyim." diyen bu yapay kadına gülmüş müdür acaba? İşte gereksiz budur.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çivi Albümler - 4: Sinéad O'Connor / She Who Dwells In The Secret Place Of The Most High Shall Abide Under The Shadow Of The Almighty

    Uyku öncesi sakinleştici bir sesle hayallerin en ücra köşesine derin bir nefes alıp dalmak gibi Sinéad O'Connor.
    Kafamın içinde yürüyorum. Bir melek ses istiyorum.
    Sakin konuşmalar gibi, fısıldar gibi, nefeslerinin arasına sıkıştırdığı sözleri yükselen bir aşkla dağıtmak oraya buraya; havaya... Bu kadının yeteneği bu.

    Bu kadın aykırı bir masumiyet. Yüzü, ağlaması henüz kesilmiş bir çocuğun yüzü. Konuşmak lazım mutlaka onunla:
    "Sen asi androjen çocuk! Hıçkırıklarını nereye sakladın? Peki gözyaşlarını? Sen güler misin? Güldüğünde ne kadar çekingensin! Gülüşlerin bundan sebep mi böyle kısacık?"

  
    1- Molly Malone
    2- Óro, Sé Do Bheatha 'Bhaile
    3- The Singing Bird
    4- My Lagan Love
    5- I Am Stretched on Your Grave
    6- Nothing Compares 2 U
    7- John I Love You
    8- The Moorlough Shore
    9- You Made Me The Thief Of Your Heart
    10- Paddy's Lament
    11- Thank You For Hearing Me
    12- Fire On Babylon
    13- The Last Day Of Our Acquaintance



    She Who Dwells In The Secret Place Of The Most High Shall Abide Under The Shadow Of The Almighty, Sinéad O'Connor'ın iki kısımdan oluşan albümü. İlk CD'de stüdyo kayıtları şarkılar söz konusuyken, ikinci CD'de canlı konser kaydı söz konusu ki, benim de burada bahsetmek istediğim ikinci CD'deki şarkılar ve Sinéad O'Connor'ın performansı.
    Dinlerken tüm enstrümanların, tüm seslerin her tınısını hissedebiliyorum. Bu tınıları hissederken Sinéad O'Connor'un sesinde de kaybolabiliyorum. Rüyalarımın derinine, suyun dibine çöken bir kurşun kütlesi gibi inebiliyorum. Çünkü bu albümle ben, kendimi kendimde kaybedebiliyorum.
    Bu albümde favorim olan birçok parça var. Fakat sizin için seçtiğim parça, "My Lagan Love". Zevkini çıkarın. Mesela; gözlerinizi kapatın, ses sizi yumuşacık sarsın.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...