28 Şubat 2011 Pazartesi

Sence Ne Yapsam?

    Onu biraz dışarı çıkarmak istedim. Zaten o da benden bunu isteyecekmiş.
    Söylemek istediklerini açıkça söylemeyen, bir şey söylemek istediğini gözleriyle belli eden erkeklerdendir Soysal. Anlaşılmak ister o, kendini anlatmak istemez.
    “Bir kahve için buluşalım,” dedi, “Sohbet ederiz, ayrı kaldık bir müddet.” Telefondaki sesinden anlamıştım bu defa bir şey anlatmak isteyeceğini. Muhtemelen ben yine havadan sudan konuşacağım, o beni dinleyip kendi içindeki kargaşayı yatıştırdığında anlatmaya başlayacaktı.

    Buluşmaya gitmeden önce masamın üzerindeki evrakları topladım. Topladım dedimse de, hepsini özensizce üst üste koyup bir kütle halinde kitaplıktaki bir rafa koyuverdim. Daha zamanım vardı aslında ama şu kahve için buluşmayı kendime bir bahane ederek çıktım hemen ofisten. Aslında hiç sevmem ben kahve içmeyi. Fakat kahve işte, çeşitli anlamlar yüklemişiz.         
    Dışarıda hafif bir yağmur vardı. Ofise dönüp şemsiye alabilirdim. İstemedim. Biraz olsun ıslanmak belki daha iyi hissettirirdi beni. Severdim böyle ıslak ıslak sinsi yağmurları. Böyle hafif yağmurlar altında yürürken omuzlarımdaki yağmur damlası izlerine bakmak bana huzur verir. Yağmurla gelen bu ıslak kokuyu, nemi, ıslandıkça saçlarımdan dağılan şampuan kokusunu severim; ballı ve baharatlı…
    Yağmur yağarken insanlar başları önlerine eğik, koşar adım yürürler, fark eder misiniz? Oysa ben yağmur yağmasa da öyle yürürüm. Yani hep başım önde, ayakkabılarımın ucundaki çamur izlerine bakarak... Ve bunu fark ettiğimdeyse annemin alaycı “Yerde bir şey mi arıyorsun? Ne kaybettin?” sözünü hatırlarım. Daha sonra dik durmaya çalışırım ve etrafıma bakarak yürümeye zorlarım kendimi ama yine yere bakarak yürürken yakalayıveririm kendimi. Bu nedenle ben, gezi seyahatlerinin en işe yaramaz üyesiyimdir. Gezi arkadaşımın “Ne güzel yerler buraları,” demesiyle kafamı yerden kaldırır ve şöyle bir bakıveririm etrafıma. Gördüğüm şeye şaşırmamak, daha güzelini görmüş olmamdan değil, ilgimin olmamasından kaynaklanır. O gezilerdeki kayıp elemanımdır; en etkisizinden...

    Buluşma yerimize vardığımda oturacak bir yer aradım ilkin. Kahveyi sevmiyorum, bari bu yağmura rağmen sigara içmeme karışmasa. O nedenle dışarıda bir yerler bakınıyorum. Derken telefonum çalıyor. Arayan o. "Dışarıda ne aranıyorsun? İçeri gel." Tüh! Meğer benden önce gelmiş.
    İki selam, hal hatır sormadan sonra ben, her zaman olduğu gibi havadan sudan konuştum. Konuşmalarıma oldukça mizah kattım ve onu güldürdüm. Tahminen bir saate yakın sadece ben konuşmuşumdur. Öyle olur hep çünkü. Yıllar boyunca arkadaşlık ilişkimizde ben şımarık kardeş, o dengeyi kuran otoriter abi gibidir. Aslında evet, bir abim olsaydı, onun Soysal olmasını isterdim. Çünkü ben abi olmayı beceremeyen, aksine kardeşinin ablalık yaptığı yaramaz çocuk gibiyim.

   Epey iyiyce saçmalayıp güldükten sonra bir sessizlik oldu. Asıl konuya gelme zamanı. Şimdi onun anlatma zamanı.


    "Ya Türker. Ben evden ayrıldım. Selin'le biz artık anlaşamıyoruz, zaten biliyorsundur. Ben artık onunla aynı evde olmaya dayanamıyorum. Çok saçma korkular edindi. Mesela, yatarken yatak odasının kapısını kilitleyerek uyuyor. Hırsız girmesin diyeymiş. Daha önce hırsızlık olayı gibi bir şey de başına gelmemiş. Yersiz korkular. Biraz rahatlayalım diye geçen yaz hep beraber Foça'ya tatile gittik, sen de geldin, biliyorsun. Hatırlıyor musun, orada neler yapmıştı? En temiz koya millet balıklama dalarken Selin girmem de girmem diye inat etmişti. Neymiş, balıklar onu ısıracakmış. Sonra araba hikayesini de hatırlarsın. Araba kullanamazmış, çünkü zamanında falcı bir kadın ona, "Bana bak, sakın araba kullanma. Araba kullanırsan sen feci kaza yapacaksın." demiş. Artık bazı davranışlarına akıl sır erdiremiyorum Türker ben. 
    En son, annesine bir şey olacak korkusu başladı. Tuttu ısrar üstüne ısrarla Eskişehir'den getirtti kayınvalideyi. Kadın da anladı bir durum olduğunu. Konuştuk annesiyle. Psikolojisinin iyi olmadığından şüphelendiğimi söyledim. Kadın ilk önce biraz bana kızdı, kabul edemedi söylediklerimi. Fakat bizde kaldığı o müddet boyunca o da anladı kızında garip bir şeyler olduğunu. Ne dedi, biliyor musun? "Sen bizim kıza ne yaptın?" Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. 
    Onu bir doktora götürdüm. Zor ikna ettim de götürdüm. Doktorun odasında avazı çıktığı kadar bağırmaz mı! Resmen rezil olduk hastaneye. Büyük olasılıkla şizofreni olabileceğini söyledi doktor. Ama korkularının üzerine gitmek gerekiyormuş ilkin. Tedaviyi kabul etse bizim hatun, anlayacağız ne olduğunu ama sakin durmuyor ki."

    Şaşırdığımı söyledim.

    "Haklısın. Aramızda bazı sorunlar olduğunu biliyordunuz zaten ama küçük anlaşamamazlıklar vardı sanıyordunuz, değil mi? Yok değildi dostum. İşte olay tamtamına buydu. Artık bir karı-koca gibi değiliz. Bu sebepler yüzünden her şey bitti; yatak bitti, beraber yemek yemek bitti, gezmek dolaşmak bitti... Ama buna rağmen onu kollamak istedim hep. Ona destek olacağıma dair evlilik sözü verdim; bırakmak bana yakışır mıydı?"


    Uzun bir sessizlik oldu aramızda. "Gel, dışarı çıkalım. Bana da bir sigara ver," dedi. Dışarı çıktık.
    Ne söylemeliydim, bilemedim. Ve ne söylemem gerektiğini bilemediğimi ona da söyledim. Tekrar anlatmaya başladı.

    "Sana evi terk ettim demiştim ya, aslında evi terk etmedim. Ben eve geldiğimde valizimi hazırlamış; şuan arabada. Onu öldüreceğim korkusunu edinmiş bu sefer."

    Uzun, upuzun, şaşkınlıkla dolu bir suskunluk...

    "Türker! Sence ne yapsam?"


    O gece çok sigara içtik.

Trendy Bir Kızın Farazi Hikayesi

    Onunla Aksaray-Taksim arasındaki dolmuşlardan birinde karşılaşmıştım. Arkadaşımdı fakat uzun bir müddettir görüşmüyorduk. Bir küskünlük yoktu. Sadece birbirimizi arayıp buluşma, beraber zaman geçirme ihtiyacı hissetmiyorduk. Sanırım arkadaşlık değil de tanıdık olmakla ifade edilebilir aramızdaki ilişki. Çünkü bu kızla aramdaki arkadaşlık ilişkisi, beraber vakit geçirme duygusundan ve memnuniyetinden uzaktı. Başka arkadaşların yanında ya da başka arkadaşlar üzerinden ilişki kurulabilen bir arkadaştı. Ya da onun açısından ben öyle bir insandım. Yanında bir başkası yoksa benimle iletişime geçemiyordu belki de. Yine de severdim onu. Kendine özgü tavırları, aslında gündemindeki konuları bizi her ne kadar ilgilendirmese de, onun bahsettiği şeylerle hafif dalga geçmek ya da o bizden ayrıldıktan sonra ufak ufak dedikodusunu yapmak hoşumuza giderdi.
    O dönemler hepimiz öğrenci olmamıza rağmen, o kız sanki hiç öğrenci değilmiş gibi davranırdı. Dönemin; bırakın dönemi, hatta sezonun tüm modasını bu arkadaşımızın üzerinde görürdük anında. Maddi olanaklar bakımından oldukça cömert bir ailenin tek kızıydı. Her kadın gibi onun da ciddi bir ayakkabı takıntısı vardı. Ayakkabıları öncelikliydi. Odasında duvarın önünde dizilmiş ayakkabı kutularının tavana kadar yükseldiğini gördüğümüzde bir arkadaşım kulağıma eğilerek "Bizim kız Sindrella kontenjanını kimseye kaptırmak istemiyor anlaşılan," diye fısıldamış, daha sonra da kahkahadan patlamamak için dudaklarımızı sımsıkı kapamaya çalışmıştık. Suratlarımız kıpkırmızı...
    Bu kız sevimliydi aslında. O genç yaşına rağmen ağır renklerle dolu kıyafetleri giymekten çekinmez, pembe ve tonlarından oldukça uzak durmaya çalışır, sevimli kız imajına bürünmezdi. Oysa bizce ruhu toz pembeydi.
    Hep bir arabası olsun ister, babası ona araba aldığında bizi nasıl gezdireceğini, nerelerde kahvaltılara gideceğimizin hikayelerini anlatır dururdu.
    Zamanla bağlarımız azaldı. O farklı sularda kulaç atmaya yeltendi. Kendisi söylemedi ama âşık olmuş, öyle duyduk arkadaşlarımızdan. Sonra terk edilmiş. Âşık olan bu kız aşkı bulduğunu sanıp tüm hayatını o erkeğe endekslemiş. Ah şu "Ben sensiz bir hiçim. Tamamen sana aitim." yanılgısı... İnsan bunu bir kere tecrübe edince ağzı yanıyor; sonra veryansın liberte durumları. "Özgürüm ben canım. Sevgilim bana karışamaz."
  
    Onunla dolmuşta karşılaştığımızda ben ona sadece merhaba diyebildim. O ise sanki kötü bir şey yaparken yakalanmış gibi durmaksızın ve bana söz düşmeksizin konuşmaya başladı.
    - "Aa! Selam. Naber? Ya, sorma arabam bugün serviste, ben de işte böyle dolmuşa biniyorum. Kardeşim götürdü servise. Çabuk hallolsa da ben de buralardan kurtulsam. Ee! Okul nasıl?"
    - "Her zamanki gibi. Yani işte sınavlar..."
    - "Ben de bu sene birincilikle mezun olacağım sanırım, biliyor musun? Aysel diye bir kız var. Onunla yarış halindeyiz ama ben geçeceğim onu."
    - "...."
    - "Modellik yapmaya başladığımdan haberin var mıydı? Evet, evet. Neşe Erberk Ajansla görüştüm. Beğendiler epey. İşte geçenlerde fotoğraflarım falan çekildi. Ee, uzun boyluyum ve vücudum da fit ya, çok beğendiler."
    - "Aa! Ne gü...."
    - "Ya, sorma ben de heyecanlıyım. Aslında biliyordum beğeneceklerini. Kendime güveniyorum sonuçta."
    - "Alper ne oldu?"
    - "Aa! Ben sana Alper'i anlatmış mıydım? Ya, anlaşamadık biz onunla. Çok güzel bir spor arabası vardı. Çok da şık giyiniyordu çocuk ama ayrıldık. Ben bir yere kadar dayanabildim ona, ayrıldım sonra dayanamayınca. Ee! Sen de yok mu bir şeyler?"
    - "Şey, aslında benim de bir iliş......"
    - "Ya, biliyor musun, Neşe Erberk Ajansta beni çok beğendiler. Bugün yarın arayacaklar. Bir sanatçının klibinde oynayacakmışım ilk ama kim olduğunu söylemediler. Fotoğraflarımı ve kaydettikleri videoyu yönetmene göstereceklermiş. Bak buna heyecanlanırım işte."
    - "Hangi sanatç......."
    - "Ay valla, türkü, arabesk sanatçısıysa oynamam. Pop müzik sanatçısı olsun, tercihim o."
    - "Umarım senin için güze........"
    - "Aa! Bak, ne çabuk geldik. Hadi canım ben burda iniyorum. İnşallah arabam bugün servisten çıkar da bir daha böyle eziyet çekmem. Baayyy!"
    - "Güle güle."


    Bu arkadaş dolmuştan iner. Telefon ele alınır. En güvenilir kaynak olan samimi bir ortak arkadaş aranır. Aslında kızımızın arabası olmadığı öğrenilir. Ayrıca bir ders sebebiyle okulunun yarım dönem uzayacağı da... Alper'i onun terk ettiği değil, Alper'in onu terk ettiği öğrenilir. Çok heba olmuş kız, çok ağlamış. Neşe Erberk Ajans konusu açıldığında ortak arkadaş bir kahkaha kopartır. O kadar güçlü bir kahkahadır ki, telefon bir müddet kulaktan uzaklaştırılıp, acaba dolmuştakiler duymuş mudur diye şöyle bir etrafa bakılır. Neşe Erberk Ajans'a başvurduğu doğrudur ama neredeyse üç aydır haber beklediği, o beklediği haberin bir türlü gelmediği anlaşılır. Görev memnuniyetle tamamlanmış bir şekilde telefon kapatılır. Bu kızın bu farazi dünyasındaki baş rolüne ne kızılır ne de sitem edilir. Tatlı bir sevecenlikle gülümsenir.

Protesto

Bloglarda, birçok sanal mecrada 
Oscar Ödül Törenleri ve 
kırmızı halıya dair yorumlar, tahminler ve yazılar 
coşmuş durumda. 
Yazmayacağım. 
Ben yazmayacağım. 
Hayır!


27 Şubat 2011 Pazar

İptal

    Facebook'umda öylece duruyor. Görüşmüyoruz artık, mesajlaşmıyoruz da... Gönderilerimize yorum da yapmıyoruz. Onu bırak, gönderilerimizi beğenmiyoruz da... Öylece izliyoruz birbirimizi.
    Yazdığı bazı şeyleri sanki bana bir şey söylemek istiyormuş gibi algılıyorum. Alınganlık değil mi, insanı en hassas yerinden yakalayıveriyor, sanki tüm oklar sana geliyormuş gibi hissediyorsun.
    Mesaj yazmamak için inatlaşıyoruz. Birbirimizle iletişime geçmek istemiyor ama hayatımızda ne olup bittiğini de öğrenmek istiyoruz. Önceden ortak arkadaşlarla olurdu bu işler. Onun hayatında ne olup bittiğini en önemli sır gibi öğrenmek isterdik ortak arkadaşlardan. Şimdi sağ olsun Facebook var. Sessiz sedasız birbirimizi takipteyiz.
  
    Bu zincir kırılsın istedim. Biraz olsun bir iki sohbet edip, etraftan duyduğum şeyleri o bana onaylasın istedim. Mesela, gerçekten de hayatının çok iyi olmadığını söylesin. Bu aralar epey üzücü şeyler yaşadığını söylesin. Bunları etraftan duymakla kalmayayım, o bana söylesin. Hatta yazışma uzun sürsün ve telefonla konuşalım sonrasında. Bir şeyler başlamasın tekrardan; sadece aramızdaki o yıkık yaşanmışlığı yok edip, iki arkadaşa çevirebilsek olayı...

   Biliyor musun? Az önce sana bir mesaj yazmaya çalıştım. Ama koca bir İPTAL duruyordu mesaj kutusunun altında, GÖNDERin yanında. Sen beni GÖNDERdin ya hayatından, ondan İPTAL oldum ben. Ve o nedenle adımı seçtim. İPTAL.

Çivi Albümler - 5: Portishead / Third

    Öncelikle bir hususu belirtmek isterim. E-postama gelen birçok mesajda çivi albümler listemin çok da güncel olmadığına dair yorumlar sebebiyle böyle bir açıklama yapmayı uygun gördüm.
    Belirtmek isterim ki, bu liste gündemi takip eden, yeni çıkan albümleri tanıtan ya da albüm değerlendirmeleri yapan bir liste değildir. Bu liste sadece, dinlemekten hoşlandığım, içimdeki sessizliğe bir ses olan tınılar bütünü; beni bir an da olsa başka yerlere taşıyan, içimde bir huzur yaratan, tüm melodileriyle beynime ve ruhuma akan bir tınılar listesidir. Çivi çiviyi söker mantığı doğrultusunda, içimdeki tüm arıza ya da anlamlandırılamayan karanlıkları seslendiren seslerin listesidir. Liste, tamamen bende yarattıkları duyguya göre şekillenmektedir. Bu nedenle bu listeye dahil ettiğim albümler ve müzisyenler konusunda, onları tanıtıcı bilgiler vermekten oldukça kaçınıyor, onları sadece kendi açımdan, bende uyandırdıkları öznel duygularla yorumlamaya çalışıyorum. Tınılar içime nasıl akıp neler çıkarıyorlar, bunları yazmak istiyorum. Aksini yazacak olsaydım, bir müzik dergisinde ya da bir gazetenin ekinde yeni çıkan albümlerle ilgili yazılar yazar; "Şu albüm çok iyi. Şunu alın.", "Bu albüm çok da iyi olmamış, beğenmedim." gibisinden ahkam keserdim.

    Gelelim Çivi Albümler Listeme dahil ettiğim bu albüme. Portishead - Third

Portished - Third Album Cover
    

  
    1- Silence
    2- Hunter
    3- Nylon Smile
    4- The Rip
    5- Plastic
    6- We Carry On
    7- Deep Water
    8- Machine Gun
    9- Small
    10- Magic Doors
    11- Threads


      

    Bu albümü ilk dinlediğimde beter bir hisle albümü bir kenara atmış, bir dönem popüler olan bunalım şarkılarının tekrar pörtlemesine içten içe kızmıştım. Çünkü siz âşıkken ve aşkınız karşılıklıyken; yani, henüz canım cicim ayları devam ediyorken ve âşık olduğunuz kişiyi düşünmek bile sizi bulutların üzerindeymişçesine sevindiriyorken müzik dinlemek dahi istemezsiniz. Çünkü her şarkıda bir ayrılık, bir hüzün, bir karamsarlık, sevgiliye sitem, sensiz yaşamanın anlamı yok duygusu hakimdir. Hatta şimdiye kadar dinlediğiniz tüm şarkılarda ve sanatçılarda da bu duyguları görürsünüz ve mutluluğunuzu sevdiğiniz sanatçıya tercih eder, hayranı olduğunuz sanatçıları ve albümleri bir kenara atıverirsiniz kolaylıkla. Üzülmezsiniz de. Bir zamanlar hakkında kötü bir şey söylendiğinde kendinizi müdafaa eder gibi savunduğunuz sanatçı birden ne yabancı oluverir!
    İşte ben de tam böyle bir zamanda, bulutların üzerinde dolaşırken bu albümü almıştım. Portishead'di sonuçta. Uzun süredir albüm çıkarmamışlardı ve sadece kendilerine rağmen bu albümü almak lazımdı.
    Albümü dinlemeye başladığımda daha fazla tahammül edememiştim. Bunalım takılmaya gerek yoktu çünkü, bu albüm resmen bir işkence gibiydi. Baştan sona dinlemeden dolabımda bir yere kaldırdım ve uzun bir müddet dinlemedim.
Portishead
    Bulutların üzerinde dolaştığım müddetçe sözlü müzik dinlemekten oldukça uzak durdum. Dediğim gibi her sözde aşkın en yaman halinin, o ayrılık halinin anlatılmasının benim için anlamı yoktu. Sözsüz müzikler en azından sizi, size göre alıp götürüyorlardı bir yere; o müzikler üzerine kurduğunuz senaryolar sadece size aitti.
    Ve ben bulutların üzerinde dolaşırken, bir zaman sonra o bulutlar benim üzerimde dolaşmaya başladı, kapkara... Ayrılık! Aşkın en yaman hali...
    İşte o zaman, bir sessiz gecede dinlemeye başladığım bu albüm, uzun bir süre boyunca dolabımda keşfedilmeyi bekleyen bir derde devâ tınısıymış. Dinlemesi zor olsa da, alıştıkça ruha iyi gelen soundu sayesinde ben kendimi susturabiliyorum.

    Bu albümden seçtiğim parça The Rip.


26 Şubat 2011 Cumartesi

Kısacık, Yokoluşsal Bir Varoluş Hikayesi

Sen artık yoksun, yok oldun.
Bir tek ben varım,
Tek.
Var mı oldum?

"Ayva" ya da "Masumiyet Karinesi: Herkes, Aşkı Tadana Kadar Masumdur"

    -"Herkes, aşkı tadana kadar masumdur."
    -"O zaman şeytanlık yapalım (:"
    -"Mesela; elma diyelim çıksın, armut diyelim dibine düşsün. Yok, şeytanlık yapacaksak en iyisi elma yedirelim. Yediklerinin ayva olduğunun sonradan farkına varsınlar."
    -"Ayvayı yemek istiyorum. (: Bence güzel bir meyve."
    -"Ben çocukken en çok ayvanın üzerindeki tüyleri parmaklarımla kazımayı severdim. Halen daha severim. O zaman ben büyümedim. Nostalji? Ya da beynim hasar gördü, ne dediğimi bilmiyorum."
    -"Evet, ne de tatlı olurdu öyle. Beynin sağlam. Sadece şu an içten içe ayva yemek istiyoruz. Sorun bu."
    -"Elif Şafak'a misilleme "Ayva" diye bir kitap yazıp, kapağını ondan daha pembe yapacağım. Yapmayan n'olsun! Hıh!"
    -"Yapmayan hep ayva yesin. Ayrıca sana biraz ilham verdim. Önsözde ismim geçmezse neler yaparım! Yapmayan n'olsun! Hıh!"
    -"Ayvayı bizzat yediği tecrübeyle sabit sana diye... Olurmu?"
    -"Mu ayrı yalnız :P valla olur neden olmasın?"
    -"Biliyorum, gece gece söyletme beni :) Doğru tuşa basamadım. Düzeltemedim de."
    -"De'yi ayrı yazan biri... Ne kadar özelsin. :D"
    -"Ben, bir şey okurken Türkçe imlâ kurallarına uyulmaması sebebiyle okuduğu şeyden çabucak soğuyan, hatta bu duruma sinir olan biriyim."
    -"Sus, daha fazla söyleme. Yoksa...yoksa...yoksa..."
    -"Haydi uyuyalım. Elma.... Yok, değil. Ayva o, ayva."
    -"Sarılalım."


Rüya: "Tek Boynuzlu At"

    Rüyamda tek boynuzlu bir attım. Bembeyazdım. Toynaklarımı görüyor, onları çimenler üzerinde bir indirip bir kaldırıyordum. Sonra nasıl oluyorsa bakış açım değişiyor, yekpare olarak kendimi görebiliyordum; rüya işte... Bir içte bir dışta misali kâh sadece gözlerimden görebildiğim yerleri görüyor kâh sanki dışarıdan izlermiş gibi kendimi görebiliyordum.
    Bu rüyanın bir hikayesi yok. Uyanıp gözlerimi açtığım o ilk anda bu rüyanın hayrı nedir diye düşündüm. İlk aklıma gelen boynuz oldu. Boynuz mu? Yoksa? O? Yani, o boynuz... Yok canım! Yok, hayır! Yok! ...........................S..............................................U.........................................S...................................K..............................................U...........................N.................................L.................................U...................................K.......................................................................................

24 Şubat 2011 Perşembe

Gereksiz Nedir?

    Bu bloğu sadece düşüncelerim, yazılarım, hissettiklerim ve sair benzer duygu durumlarım için kullanacaktım. Burayı Facebook gibi anında paylaşım mecrasına çevirme gibi bir niyetim yok. Fakat YouTube'da izlediğim bir video birden bu yazıyı yazmama sebep oldu.
    Bir zamandır "gereksiz" kavramıyla cebelleşip duruyor, bu kavram üzerinden kişiler ve nesneler üzerinde kurmuş olduğumuz ilişkileri anlamaya çalışıyor, fakat bir türlü zihnimi toparlayamadığım için istediğim şekilde bir yazı ya da öykü yazamıyordum. İşte bu video, salt bu haliyle "gereksiz olan nedir?" soruma bir cevap oluverdi. Buyrunuz, önce izleyiniz.


    İzlediniz mi? Gereksiz ve tam anlamıyla yeteneksiz. İngilizce aksan sıfır. Şarkı çok gereksiz ve sıfır. Kadın çok gereksiz ve sıfır. Carla Bruni bunu izlediyse, "Hey, Carla! Ben senden daha iyiyim." diyen bu yapay kadına gülmüş müdür acaba? İşte gereksiz budur.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çivi Albümler - 4: Sinéad O'Connor / She Who Dwells In The Secret Place Of The Most High Shall Abide Under The Shadow Of The Almighty

    Uyku öncesi sakinleştici bir sesle hayallerin en ücra köşesine derin bir nefes alıp dalmak gibi Sinéad O'Connor.
    Kafamın içinde yürüyorum. Bir melek ses istiyorum.
    Sakin konuşmalar gibi, fısıldar gibi, nefeslerinin arasına sıkıştırdığı sözleri yükselen bir aşkla dağıtmak oraya buraya; havaya... Bu kadının yeteneği bu.

    Bu kadın aykırı bir masumiyet. Yüzü, ağlaması henüz kesilmiş bir çocuğun yüzü. Konuşmak lazım mutlaka onunla:
    "Sen asi androjen çocuk! Hıçkırıklarını nereye sakladın? Peki gözyaşlarını? Sen güler misin? Güldüğünde ne kadar çekingensin! Gülüşlerin bundan sebep mi böyle kısacık?"

  
    1- Molly Malone
    2- Óro, Sé Do Bheatha 'Bhaile
    3- The Singing Bird
    4- My Lagan Love
    5- I Am Stretched on Your Grave
    6- Nothing Compares 2 U
    7- John I Love You
    8- The Moorlough Shore
    9- You Made Me The Thief Of Your Heart
    10- Paddy's Lament
    11- Thank You For Hearing Me
    12- Fire On Babylon
    13- The Last Day Of Our Acquaintance



    She Who Dwells In The Secret Place Of The Most High Shall Abide Under The Shadow Of The Almighty, Sinéad O'Connor'ın iki kısımdan oluşan albümü. İlk CD'de stüdyo kayıtları şarkılar söz konusuyken, ikinci CD'de canlı konser kaydı söz konusu ki, benim de burada bahsetmek istediğim ikinci CD'deki şarkılar ve Sinéad O'Connor'ın performansı.
    Dinlerken tüm enstrümanların, tüm seslerin her tınısını hissedebiliyorum. Bu tınıları hissederken Sinéad O'Connor'un sesinde de kaybolabiliyorum. Rüyalarımın derinine, suyun dibine çöken bir kurşun kütlesi gibi inebiliyorum. Çünkü bu albümle ben, kendimi kendimde kaybedebiliyorum.
    Bu albümde favorim olan birçok parça var. Fakat sizin için seçtiğim parça, "My Lagan Love". Zevkini çıkarın. Mesela; gözlerinizi kapatın, ses sizi yumuşacık sarsın.


21 Şubat 2011 Pazartesi

Mutluluk Kolay Bulunan Bir Şey Değil

    Karakolda geçirdiğim uzun gece... 11 yaşında mağdur bir çocuk ve yaşadığı apaçık bir şok... Konuşmak istemiyor. Benimle konuşabileceğini söyledim.
    "Senin haklarını korumak için beni devlet gönderdi. Bundan böyle Avukatın benim."
    "Tamam abi," dedi, anlattı olanı biteni.
    Gecenin ikisinden sabah gün doğumuna kadar suratımda olmasını zorladığım o yapay gülümseme... Çocuk korkmasın daha fazla... Biraz olsun onunla gerçekten ilgilenen biri olduğu duygusunu onun içine sıcacık yerleştirme isteğim; biraz olsun... Yanında güvenebileceği birinin olduğunu anlamasını sağlamak...

    Yasal sorumluluklarımdan yasal zorunlulukların usulüne uygun icrası yaptığım. Bu bürokraside mağdur çocuğun daha fazla ezilmemesi istediğim. Onunla konuşurken suratımdaki gülümsemenin sorguyu yapanlarla konuşurken kaybolması birden... Gülen maske-üzgün maske gibi; konuştuğun kişiye göre takılan...

    Gerekli işlemler yapıldıktan sonra ayrıldım karakoldan. Gün doğmuştu. Bir sabah yürüyüşü yapmak istedim. Alsancak'ta, kordonda biraz yürüdüm ve sabahın kokusuyla içimdeki zor geceyi aydınlatmak istedim.
    Vapurlar, sabah saatlerinde ne çok çalışıyor, siz de fark ettiniz mi?
    Otobüsler dolu dolu. İşe giden ifadesiz suratlar; çoğu uykulu gözler... Otobüse yayılan tıraş losyonu kokusu... Üniforma kıyafetler... Okula giden öğrenciler... İşte bu yazıyı yazmama sebep olan şey, tam da bu anda oldu.

    Liseli bir öğrenci grubundan yükselen kuş cıvıltısı kahkahalar... Ali'yle Özden'in ayrılma hikayesi, gündemlerindeki en önemli konu. Gülüşüyorlar. Bol kahkahalar... Tam bu anda, otobüsün ön taraflarından yükselen bir ses...
    "Ee, yeter ama gençler! Biraz saygılı olun. Bu kadar insan içinde bağrışıp, çağrışmaya gerek yok. Sessiz olun."
    Gençler sustu o anda. Bazısı kikirdedi. Kikirdeme üzerine o uyarıcı sesin sert yüzlü bünyesi, daha da celallendi. Bahsettiği, gençliğin şu sorumsuz ve üslupsuz hali...
    Bir yaşlı kadın konuşmaya başladı bu defa.
    "Oğlum. Sen gençlere böyle diyorsun da, sen de genç olmadın mı? Bırak, gülsünler. Bak ne güzel eğleşiyorlar aralarında. Gençlerin sesini susturmak değil, onların seslerini duyurmak lazım oğlum. Sen, seslere değil, onların gülen yüzlerine bak. Mutlular mı, evet mutlular. Mutluluk öyle kolay bulunan bir şey değil."

    O otobüsteki büyük suskunluk... Sadece nefes alıp vermelerin duyulması... İçimde uyanan memnuniyet... Gençlerin "Helal olsun teyze sana." kahkahaları...

    Bugün hava güneşli.

20 Şubat 2011 Pazar

Eski Sevgilinin Arkadaşları

    Yolda yürürsünüz, kalabalıklar arasında. O kalabalıklar arasından bir yüz çok tanıdık gelir ileriden. Yaklaştıkça anlam verirsiniz, kimdir gelen. Kimmiş o gelen?
    Saniyeler içerisinde bir iç konuşma başlayıverir: "Ne yapsam? Görmesem mi? Ya beni görmüşse? Yolumu mu değiştirsem? Aman canım, bana ne? Yol, tek onun yolumu? Hem niye ben saklanmaya çalışıyorum? Ya onu gördüğümü görmüşse? Yok, hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etmeli. Belki, sevgilimden ayrılmış olsam da konuşur. Ya da konuşmaz. Lanet olsun! Ayrıldığımda geçmiş olsun diye aramadı bile. Arkadaşı ama, aramak zorunda mı ki?"
    Hemen bir şeylerle oyalanmaya başladım. Sanki cebimde bir şeyler arıyormuş gibi yaptım. Elimdeki gazete sayfaları arasına yöneldim sonra. Yanımdan geçip gidene kadar farazi bir meşguliyet derdine düştüm.

    Yanımdan geçti gitti. Görmedi. Sevgilimle ayrıldığımızda bir geçmiş olsun bile demedi. Oysa sevgilimle -artık eski- beraberken anlar ne sıcak ve güzeldi.
    Bir suçluluk yayılmaya başlıyor insanın içine, kalbinden. Oysa suçlu olacak bir durum da yok da, iki insanın sebepsiz uzaklığı bir anda ilk akla gelen. Biten sadece aşk değil, hayattır bu sebeple. Ayrılıklar, yalnız sizi değil, tüm arkadaşlıkları yitirir; sorgusuz, sualsiz...

    Yürü bakalım, arkana sakın bakma! Evet! İçinden konuş, telkin ver kendine. Haydi bakalım! Her adımda derin bir nefes ver, beyninde oluşan kötü düşüncenin içine sızmasına izin verme. Dolaşma boşuna, rahatlayamayacaksın. Eve git sen en iyisi. Bilgisayarı aç. Bu yazıyı yaz, rahatla!

Özlem Kipi


Geliver!

Sentez

    I. Tez

    Aşk, iki taraflıdır. Ayrılık da...


    II. Antitez

    Birinci Tekil Şahıs: Hayır. Benden ayrılmış olabilir. Ben iyiyim. Hem zaten önceliğim o değildi, benim başka sorumluluklarım var. Hem, ben ilk defa aşk acısı çekmiyorum canım. Sahi! Söylesenize bana. Sonraki ayrılıklarda aşk acısı çekilmesi saçma değil mi? Hani, ilk defa aşık olmadığını esas alırsan... Hı? Haksız mıyım?

    İkinci Tekil Şahıs: Ayrılmak zorundaydım. Ben ondan ayrı yapamazdım. Yani, severek ayrıldım. Ben ayrıldım. Biliyorum o istemedi. Ama böyle olması lazımdı. Yani, bence böyle olmalıydı. O bir yerde, ben bir yerde. Onun kadar güçlü değilim sanırım. Yani, zorunlu hizmetim sebebiyle ondan mekansal olarak ayrılık, beni daha da üzecekti. O nedenle ben onu daha fazla özleyip acı çekmektense, bunu tamamen bitirmek istedim. Bana "Sen intihar ediyorsun." dedi. Bilmem, belki de haklı. Üzgünüm. Çok. Ama böyle olmalıydı. Ben iyiyim; iyi olmalıyım.


    III. Sentez

    Birinci Tekil Şahıs'ın İç Sesi: Çok canım acıyor.

    İkinci Tekil Şahıs'ın İç Sesi: Çok canım acıyor.


19 Şubat 2011 Cumartesi

Özlem


Ne beni terk eden sevgilim umrumda, ne de kendim.
Bazen...
Hem onu özlüyorum, hem de kendimi...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Çivi Albümler - 3: James Blake

    Puslu tınılar içinize akarken yürür müsünüz? Ben yürürüm, çok. Ne zaman canım sıkılsa ya da yapacak bir iş bulamasam, uyumak ya da uzanmak yerine spor ayakkabılarımı ayağıma geçirir, kendimi dışarı salarım. Evet, az önceki cümledeki bir kelime öbeğini doğru kullandım. Kendimi içimle birlikte yatağa/içeri hapsetmektense, kendimi dışarı salarım. İşim bu benim, adım atmak. Yoksa bu kafa başka türlü sakinleşmiyor; ancak uzun yürüyüşler sonrası gülümseyerek aynaya bakabiliyor bu gözler.

    İşte böyle bir yürüyüşte iç sızılarına, o dipsiz fısıltılara fon olacak bir albüm var; şu sıralar bol bol dönüyor beynimde: James Blake






    1- Unluck
    2- The Wilhelm Scream
    3- I Never Learnt To Share
    4- Lindisfarne I
    5- Lindisfarne II
    6- Limit To Your Love
    7- Give Me My Month
    8- To Care (Like You)
    9- Why Don't You Call Me?
    10- I Mind
    11- Measurements






    Ve işte bu çocuk da bir arıza. Down-tempo tınılar ve ses dalgalarından ibaret elektrik duygular... Elektronik sesler üzerine ustaca kurgulanmış sayıklamalar ve James Blake'in o sakinleştici sesi...

    Yürürken birçok caddeler geçtim. Birçok arabalar yanımdan geçti. Bir sevgilim vardı, benden vazgeçti. O aklımdan geçti. O zaten hep aklımdaydı da, ben onu düşünmekten vazgeçemedim. Ve ben kendimi dışarılarda avuturken, yürümenin bir bahaneden ibaret olduğu gerçeğini nasıl saklayabilirim? Anlatamıyorum çoğu zaman çoğu şeyi... İşte o nedenle ben çivi albümlerime çokça sığındım. James Blake'in bu albümü, esaslı bir çivi... Çivi çiviyi söküyor, evet.
    Albümden seçtiğim parça The Wilhelm Scream. Fakat Limit To Your Love da özellikle tavsiye edilir.


1 Şubat 2011 Salı

Yolculuk: Gökyüzü

    Sıkılıyorum ve dışarı çıkmak istiyorum. Belki küçük bir yürüyüş, belki de bir koşu iyi gelecek ruhuma. Ama nedense bir isteksizlik var içimde ve bunu aşmayı da istemiyorum. Yani, her koşu öncesi vücuduma sirayet eden ve onunla inatlaşmayı başardığım bu isteksizlik, bu sefer galip geliyor. Küçük bir yolculuk yapacağım yine de, fakat bu defa sayfalar arasında, kurgular arasında, hikâyeler arasında; bir kitap okuyarak... Yolculuğa çıkacağım. Gökyüzünde. Reşat Nuri Güntekin'in Gökyüzü'nde. Sonra anlatacağım neler olup bittiğini.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...