28 Ocak 2011 Cuma

İmzalı Şiir: Acı Bir Yağmur Gibi...


    Yağmurlu bir gündü. Bu şiiri alelade bir not defteri kâğıdına yazıp, ona imzalattığımda İstanbul’a yağmur yağıyordu.
    Sevgilimle o gece, Taksim’in hizbe sokaklarından birinde bir bara gitmiştik, içecektik. Belki biraz da dans ederdik, yeter ki keyfimiz yerine gelsin.
    Beyoğlu Emniyet Karakolu’nun bitişiğinde yer alan NEVA isimli bar, İstanbul’a ilk geldiğimde keşfettiğim bir yerdi. Susam Sokağı’nda hiç görünmeyen hamam böceklerinin buluştuğu yerdi o zamanlar. Hemen hemen sosyal hayatın savurduğu, savurmakla yetmezmiş gibi bir de ona bir sıfat bulduğu “alt kültür”, eksiksiz oradaydı. Orada olmayanları temsil edecek bir türdeşi mutlaka vardı.
    İşte ben de o zamanlar üzerime yapışan “iyi aile çocuğu” imajımdan kurtulmak istiyor, o âna kadar yapmak istediğim ama yapamadığım her şeyi yapmak istiyor, kendimi bir denek olarak tehlikeli sulara daldırmaktan korkmuyordum. O zamanlar bol bol Charles Bukowski okuyor, hatta kitaplarını tekrar tekrar okuyor, zihnimde oluşan tüm görüntüleri etrafımda görmek istiyordum. Charles Bukowski sayesinde edebiyatımızdaki tüm “öteki” yazarlarla da tanışmıştım. Charles Bukowski “Beni okudun. Şimdi kendi ülkendeki şu adamı da oku,” demedi elbette. Edebiyata olan merakımı, ondan aldığım tadı arttıran biriydi sadece.
    Okuduğum edebiyat dergileri ve Charles Bukowski üzerine yazılmış her türlü yazı, makale, gazetelerin kitap ekleri sayesinde tanıştım edebiyatımızdaki arıza yazarlarla. “Arıza” sıfatı, anlayacağınız üzere burada bir küçümseme olarak değil, keza yattıkları yatağın altındaki bezelye tanesinden rahatsız olmayıp, bilakis onunla konuşan yazarlarımıza bir övgü olarak kullanılmıştır. Edebiyatımızın bu öteki ve arıza yazarları kimler mi? Bu, başka yazıların ve başka anıların konusu.
   
    NEVA’da o akşam, sevgilimle biraz sohbet etmek istemiştim. Sakin bir müzik çalıyordu. Bira içiyorduk. Havadan sudan sohbet ediyorduk sevgilimle. Saçlarını çok severdim. Saçlarından gözlerine ve dudaklarına inerdim. Ona bakmayı severdim. Sohbetin kısa bir müddet kesildiği anda, sevgilimin saçlarının üzerinden, bir masada arkadaşıyla sohbet eden Küçük İskender’i gördüm. Charles Bukowski’yi daha yakından tanımak için okuduğum her tür yazıda tanıdığım bu adam, bir şiirini sevip de hayatımda ezberlediğim ilk şiirin sahibi olan bu adam, sevgilimin saçlarının ardından görebildiğim masada, tam karşımda oturmaktaydı. Onu görünce ezberlediğim ilk şiirinden kelimeler dökülmeye başladı içime: “bir çocuktan bir çocuğa geçen suçiçeği gibi bulaştın bana.”
    Sevgilimle yaptığımız sohbetin o küçük boşluğunda çantamdan çıkardığım not defterimin bir sayfasına, ezberlediğim ilk şiir olan Kerrat Cetveli’ni çalakalem yazıverdim. O şiiri yazarken sevgilim ne yaptığımı anlayamadı ilkin. Ne yaptığımı anlattım.
    Masadan kalktım ve Küçük İskender’in yanına vardım. Ne söylediğimi hatırlamıyorum ama övgü dolu sözler söylemekten uzak tuttum kendimi, bunu hatırlıyorum. Belki de sadece “Bu şiirini çok seviyorum. Benim için imzalar mısın?” demişimdir. Küçük İskender’i övseydim eğer, içinden bana okkalı bir küfür sallayacağından emindim. Kim bilir, belki de yüzüme söylerdi.
    Ona uzattığım not defteri kâğıdı üzerine yazılmış ve bazı yerleri karalanmış olan şiire baktı ve hangi şiiri olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra anladı ve o şiirin altına şunu yazdı: “Türker’e, çok acı bir yağmur olsun bu.”
   
    Öyle de oldu. O gece yağan yağmur, o gece hayatıma da yağdı. Nasıl mı? Hikâyeyi baştan ve biraz daha açıkça anlatayım mı?


    ÇOK ACI BİR YAĞMUR

    Yağmurlu bir gündü. Bu şiiri alelade bir not defteri kâğıdına yazıp, ona imzalattığımda İstanbul’a yağmur yağıyordu. 
    Sevgilimle o gece, Taksim’in hizbe sokaklarından birinde bir bara gitmiştik, içecektik. Belki biraz da dans ederdik, yeter ki keyfimiz yerine gelsin. Buna ihtiyacımız vardı. Konuşmalıydık. Aramızdaki o soğuk şey neydi, buna bir anlam bulmalıydık. Belki de ayrılacaktık. Konuşmak lazımdı yine de. Konuşmazsak birbirimizi daha çok sevmeyecektik, bunu biliyorduk. O nedenle o akşamlık için hiç olmazsa mutluymuşuz gibi davranmayı bir kenara bırakalım dedik. Sorun ne miydi?
   
    Bazen, siz kendinizi ne kadar zorlasanız da, birini ne kadar sevseniz de, içinizde kalbinize doğru akan şüpheli düşüncelerin konuşmalarını duyarsınız. Özellikle çok da uzun olmayan, yeni başlamış ilişkilerin ilk heyecanları yavaş yavaş azaldığında, ortaya çıkan o seslerin neden konuştuğunu anlamaya çalışırsınız. İlk heyecanları daim tutmak, hezeyanlardan uzak kalmak istersiniz de, bir sebep ararsınız ama aramaya çalıştığınız sebepler aslında sebepsizdir. Yanılsama olarak da bakarsınız buna, ilişkinizi heyecanlandıracak duygular da bulamazsınız. Kısaca, kalakalırsınız. İşte öyle bir durumdu.
    Onu seviyordum. Ayrıntılarını seviyordum. Bir bütünü sevmenin imkânsız olduğunu bildiğimden, ayrıntılarla sevginin geliştiğinden emindim. O nedenle saçlarını seviyordum; gözlerini ve dudaklarını… Bunlar dışında sevdiklerim, hayatıydı; hayatındaki ayrıntılar… Ama bahsettim ya, ilişkinin ilk heyecanlarının azalmaya başladığı o dönemde insanlar, sevdiklerinin hayatlarındaki yerini sorgulamaya başlarlar; tam o dönemde… Sevmek hayalinin bir alışkanlığa dönüşmeye başladığı o anda insan kendi hislerini ölçüp, tartar. Sanırım biz de onu yapmıştık; birbirimizi ölçüp, tartmıştık. İnsana dair hayvani yönümüz doymuştu, şimdiyse mantık o istekleri bir süzgeçten geçiriyordu.
   
    Benden ayrılabilirdi; bunu isteyebilirdi, buna hazırlamıştım kendimi. Bu düşünce beni rahatsız etmiyordu. Bununla baş edebilirdim.

    Saçlarına sevgiyle bakarken, saçlarının ardından Küçük İskender’i gördüm ve ezberlediğim ilk şiir olan Kerrat Cetveli’ni, çantamdan çıkardığım not defterine yazdım. O şiiri Küçük İskender’e imzalattım. Şiirin altına yazdığı şeyi, masaya geri dönünce okudum. Sevgilim, o kâğıda Küçük İskender’in ne yazdığını merak bile etmedi.
   
    Konuşmamız biraz ilerlediğinde “Ayrılalım,” dedi. Az önce bahsettim ya, hazırlıklıydım. “Neden?” gibisinden aptalca bir soru sormanın anlamsız olacağını hissetmiştim. Çünkü hisler o kadar garipti ki, ayrılmamak için ortada önemli bir neden görmüyorduk. İkimizde ayrılmak istiyorduk. “Neden?” diye sormadım. İkimiz de birbirimizi anlıyorduk. İkimiz de bu ilişkiye bir heyecan katmak istemiyorduk. Ayrılıverdik.
    İkimiz de gülümsüyorduk. Ona baktığımda aslında biraz içim sızlamıştı. Muhtemelen onun da… Biraz daha içtik. Havadan sudan sohbetler ettik. Eğlendik. Sonra bazı arkadaşlarımız da katıldılar bize. Barda çalan müzik hızlandı ve pistte dans ettik. Gecenin sonunda İstiklal Caddesi’nde yürüdük hep beraber. Çılgınlık değil mi, çok sesli kahkahalar atıyorduk. Ne histeri! Fakat gençken aptallık mazur görülür, değil mi?
   
    İstiklal Caddesi’nin girişinde duran yedi kişiydik. Ayrılacak ve evlerimize gidecektik. Birden onu, birkaç saat önce ayrıldığım sevgilimi, okul arkadaşımla el ele gördüm! El eleydiler. Birbirlerine gülümsüyorlardı. İşte o zaman yaşadığım şaşkınlık… Kafamda dönüp duran “Ama nasıl?” soruları…   Yüzlerine baktıkça suratımdaki kötü ifadeyi onların yüzlerinden okumam… Suskunluklar… Konuşmak istedikçe kulaklarımın duyduğu kesik sesler… Şaşkınlık… Saçlarımdan akan yağmur damlaları… Bir arkadaşımın omzumdan tutup “Hadi, gidelim artık,” demesi şahit olduğu şeye anlam veremeyerek… Bu ayrılmanın bir anlaşma olmadığını hissetmem… Kandırılmışlık; dikkat edin, aldatılmışlık değil, kandırılmışlık hissi ve ardından içimde uyanan acı; Ay gibi… Kafamda külçe külçe dönen bol soru işaretli cümleler… Saçlarımdan akan yağmur damlaları… Acı bir yağmur gibi…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...